sayfalar

30 Kasım 2010

Sevda ile Sevdalının Kokusu


Sevdanın bahçesinden geçerken aldığım koku sevdalımın kokusu mudur?

Yoksa o koku sevdanın esas kokusu mudur? Herkes bilir mi sevdanın kokusunu? Yani sevdanın bahçesinden geçen ve orayı mesken tutan herkese gelir mi bu koku?


Sevdanın kokusu var mıdır ki? Sevdanın kokusunu o *rayiha’ya dönüştüren sevdalılar mıdır?


Sarhoş edebilme yüzdesi bu kadar mı yüksektir bu rayihanın? Başta dönme, yüzde daimi gülümseme, yürekte dinmeyen bir kıpırtı, gözlerde ışıltı…


Ey Sevda sen bu kadar mı güzel kokardın? Doyum olmazmış tadına, sadece sanardım… Doyulmuyor, doyulmasın da be Sevda kokuna…


Baştan aşağı yıkandık rayihan ile…

Baştan aşağı koktuk sen diye…

Baştan aşağı kesildik sevda ile…


Şimdi bu bahçe bizim bahçe, bu kokan bizim koku…

Bundan böyle “sevda” bizim adımız…


-----


* rayiha;
tat alma ile koku alma arasında bir "his"setme...
rayiha;
bir cezbe hali...
kokusundan lezzeti hakkında fikir sahibi olabilme yetisi...
rayiha;
adı umut olan bir meyvenin ağız içinde dil ile nefes borusu arasında bıraktığı o eşsiz duyu...

21 Eylül 2010

Hayat...


Hayat kocaman bir sürpriz derlerdi… Anlamazdım…
Yani, öyle laf olsun diye derdim ben de. “Hayat sürprizlerle dolu, Hayat kocaman bir sürpriz…”

Şimdi harika bir resme bakarken hayatın sürprizini izliyorum.

Ben hariç herkesin şaşırdığı o kocaman sürpriz:)
“Nasıl” diye soran akıllar, soru işaretlerine hiçbir cevap veremezken, yüzümde kocaman bir gülümsemeyle ben hayata göz kırpıyordum…

Bir anda karar vermenin tadı bu kadar mı güzel olurmuş… Her seferinde dönüp dönüp resme bakıp “aferin” demek…
Ne kadar güzel bir resim olmuş. Ne kadar da yetenekliymişiz, böyle güzel bir resmi hiçbir usta çizemez ki…

Renklerin uyumu, şekillerin birbirini tamamlaması, desenlerin zenginliği, her ayrıntıda saklı ve daha keşfedilmemiş yığınla mana…
Hayat kocaman bir sürprizsin, bu harika tabloya, resme baktıkça seviyorum seni…

13 Ağustos 2010

Abimmmm

Canındır…


Kanındır…


Aynı karında yattığındır…


En büyük kavgaları yaptığın ama kılına zarar gelse canın acıyacağıdır.


Hep yanında ya, hep senin ya o; anlamazsın öyle çok kıymetini. Anladım zannedersin, arada jestler yaparsın, gider kocaman sarılırsın yetermiş gibi gelir.


Yetmez, ne yapsan, ne etsen yetmez. Senden bir adım uzağa gitse oturur içine o kahrolası taş, düğümlenir boğazına o lanet düğüm ağlarsın. Acizce ağlarsın…


Nasıl da sahiplenir bir ağabey kız kardeşini. Bağrına basma denmez ona, yarar göğsünü içine saklar.


Ağabeydir o ya! “Ah” dese kardeşi, dayanamaz ki…


Ağabeyimsin sen benim… Aynı karında yattığım… Acılarımda ellerimden ilk tutan, en sıkı tutansın…

Mutluluğumda gözlerimin ilk aradığı…


Canımdansın sen…


ÇABUK GEL NOLUR...

5 Ağustos 2010

Belki...

NAZAR, KEM GÖZ, FESAT NİYET UZAK OLA...
HAYRLAR BERİ, ŞERLER GERİ OLA...

MUTLULUK, HUZUR, KEYİF DAİM OLA...

4 Ağustos 2010

Belki...

uçmak için kanatlara gerek yokmuş...
yüreği de bulutların üstüne çıkarabiliyormuş insanın...


23 Temmuz 2010

Ben Geldim:)


Tatile çıkmak ister ya insanlar…


Hele hele bazen “tatile çıkmam lazım” ifadesine gelecek kadar bunalır insan. Zanneder ki uzaklaşıp, kafa dinleyip, bambaşka şeylerle ilgilenip şehre dönünce her şey sihirli değnek değmiş misali bambaşka olacak…


O çıkılması şart olan tatillerin arkasında hayata dönüşte yaşantının “milad”ları yaşanacak zannedilir.


Kocaman umutlarla hazırlanan bavula dönüşte hayatın sürprizlerini koymak için yer de bırakılır.


Kimi bütün yaşanılanlardan uzak kalmak için hiç boş, yalnız kalmaz; gezer, eğlenir hatta dağıtır. Kimi ise rafları, çekmeceleri düzenlemek için hep sakindir ve hep kendiyledir. Düşünür, hesaplaşır, plan yapar ve karar verir.


Dönüşte kim ne kazanır belli olmaz. Sonuçtaki kar zarar grafiği genellenemeyecek kadar değişkendir.


Umutla hazırladım ben de bavulumu, hayatın vereceği sürprizlere de yer ayırmayı unutmadım tabi… Zihnimde bir sürü dosya, alınacak kararlar, toparlanacak raflar ve çekmecelerle çıktım yola… Önce dinlenmek lazımdı tabi; sağlam kafa sağlam vücutta bulunuyordu çünkü.


Kendimi biliyordum! Hem dağıtıp her şeyden uzaklaşmaya ihtiyacım var hem de kendimle kalıp hesaplaşmaya…


Şehrimden tamamen uzaklaşıp tatil il sınırları içine girince “gel bakalım” dedim kendime. “görülecek birkaç hesabımız var”:)


Konuştuk uzun uzun günlerce… Sebepler sonuçlar döküldü ortaya. Sonra itiraflar başladı. Hasretin su yüzüne çıkardığı hisler göründü. Yüreğe cesaret, gözlere umut doldu.


Çıkarılacak sonuç aşikâr ortadaydı. Raflar düzenlenmiş, çekmeceler toplanmıştı…


“O zaman” dedim, “dağıtmaya hak kazandın” tadını çıkart…


Gidiş yolunda yorgunluktan kapanan gözler, dönüş yolunda huzurla kapandı. Bekleyen heyecanlara hazırlanmak için dinlendi bol bol…


Valizimdeki her şeyi tatil il sınırları içinde bırakıp, valizimi sürprizlerle doldurdum… “Milad” ın kokusu burnuma gelmeye başlamıştı bile…

Ve işte…

Ey Hayat!!

Ben geldim:))))

19 Mayıs 2010

Farkında Değilmişim

O sesi duyduktan sonra elde olmadan verilen tepki… “Çok özlemişim…”


Farkında değilmişim, sıralamışım bir yere sesleri, kokuları, resimleri… Çoğalmışlar bir köşede.


Farkında değilmişim, yaşamaya devam ederken doludizgin özlemler birikmiş bir yerde.


Farkında değilmişim ne çok kullanır olmuşum son zamanlarda “çok özlemişim”leri…


Ben tek onu, bunu, şunu değil; hayatımda ne çok şeyi “çok özlemişim” farkında olmadan…


Yoksa farkında olmadan ben kendimi de mi “ÇOK ÖZLEMİŞİM” ??

10 Mayıs 2010

BUGÜNden...

Olmasın artık vedalar...
AŞTİ, ağlatma artık beni...
Peronda yalnız bırakıp beni, alıp götürme sevdiklerimi...
AŞTİ vedalara şahit etme beni...

5 Mayıs 2010

BUGÜNden...

Bahar oldu aman

Al kese astım gül dalına

Adadım yarin adına

İki göz oda

Dağ yeşil, dallar yeşil

Uyandılar bayrama

Her gönül şen

Bir benim bahtım kara

Kokuyor buram buram

Fulyalar vakit tamam

Bir bana uğramadı

Bu bahar bayram

Ağlama hıdrellez

Ağlama be bana

Acı ektim yerine

Aşk yeşerecek

Başka bahara


Ne yolu var ne izi

Tanıdık değil yüzü

Dileğim Allah’tan

Aşk sözün özü


Sevdiğim yok, eşim yok

Ağardı bir gün daha

Ey benim şans yıldızım

Gülümse bana

Ağlama hıdrellez

Ağlama be bana

Acı ektim yerine

Aşk yeşerecek

Başka bahara


Aşk yeşerecek, yeşerecek

Başka bahara

Yeşerecek, başka bahara


Dileğimi çizdim, bıraktım gül dalına...

Ektim aşkımın tohumlarını gül dibine...

Yeşerecek başka bahara...

25 Nisan 2010

BUGÜNden...

Deli dolu geçen haftalarda, sessiz sakin geçen pazarları seviyorum.

Bu Pazar da öyleydi. Evden çıkmama günümdü. Aklıma estiği anda elimde her ne varsa bırakıp gidip yattığım, sofrayı hiç toplamadığım, bir odayı akşama kadar gele gide topladığım, bilgisayarda izlediğim dizi her an açık durduğu, hatta bilgisayarın açık büfe misali akşama kadar hiç kapanmayıp canım sıkıldıkça başına geçtiğim harika bir pazar.

Bu pazarın son saatlerinde yaklaşık 4-5 aydır düzenlenmeyi bekleyen kütüphaneme takıldı gözüm. Aylar sonra aldığım kitap korumalık bir ay da öylece rafta bekledi. Şimdi kitapları güzel bir boy, tarz ve yazar sırasına koyup dizme zamanı. Elime Atilla İlhan'ın “kimi sevsem sensin” kitabı geldi. Kapağında çok güzel bir çift yeşil göz...

Öğrenciyken canım çok sıkıldığında raftan bir şiir kitabı alır, herhangi bir sayfasını açar ve “bu şiir, bu gün için, bu an için” derdim. Şiiri hazmettikten sonra da o sayfaya birkaç cümle karalar, tarihi atar, rafa tekrar koyardım.

2 Yıl oldu öğrencilik hayatım biteli... ve 2 yıldır ben bu şiir kaçamaklarını hiç yapmadığımı farkettim.

Elimdeki Atilla İlhan “kimi sevsem sensin” kitabından hemen bir sayfa açtım ve “geçen 2 yıl için” dedim...

görünmez camlara mı çarptım
dalgınlığın aynasında o akşam
bambaşka bir şehre uçacaktım
yıldız yağmurundan sırılsıklam
yalnızlığımda o kadın bekliyordu.

yanlı$ bir hayalin şehrinde kaldım
sevdiği ben değilim anlatamam.
o aşk bu değildi tasarladığım
büyük bir tenhalık nasıl korkmam
korkularım bir canavar doğurdu

bilmem n'apsam nereye kaçsam
ye$il karanlığında ağır tutsağım
gözlerinden çıkmak başlıca tasam
saçlarının zincirinde elim ayağım
kirpikleri süngü takmış bir ordu

bütün saatler bir anda durdu

ATTİLA İLHAN(ayak üstü aşk)

Ama daha sayfasına hiçbir şey yazmadım... O bana özel...

22 Nisan 2010

Bir Tatlı Huzur Almaya Geldik


Bir tatlı huzur almaya geldik…


Çocukları büyütüyor anneler babalar, yediriyor, içiriyor, adam ediyorlar…


Hatta daha baştan alalım, bir ana 9 ay karnında taşıyor. Kimi anneler ne zorluklar çekiyor o hamilelik döneminde. En rahat hamilelik geçireni bile hormanal dengenin bozulmasından dolayı bir çok buhran atlatıyor…. Ama evladı cennet kokuları ile verilmiyor mu kucağına; unutuyor çektiği tüm çileyi. Allah yeni bir psikoloji bahşediyor kadına! Ruhuna ve hormonlarına “annesin sen, şefkatlisin” diye emrediyor… “Ol” diyor Rabbim “Anne ol!”


Ya Babalar… Kadın bir doğum yaparken, erkek kapıda dokuz doğururmuş ya… İki canı da o kapının ardında. Biri misafiri yavrusu, diğeri kadını… Beklemenin acısını, sabrını yaşıyor.

Ve misafir çıkagelince yuvaya ne hayaller kuruluyor? Daha ilk gününü yaşarken yavrusu, film şeridi gibi geçiyor babanın gözünün önünden yavrucuğunun hayatı. Babanın tecrübeleri üzerine, annenin hayal ettiği hayat ile birlikte.

Zorluklar vuruyor bazen kapıyı. Hayat zor ve acı tarafını sunuyor aileye. Anne baba kavgadan korur gibi koruyor evladını hayatın bu yüzünden. Evladına hep en iyisini vermek istiyor. Elinden ne geliyorsa onun en iyisini…


Anne baba da kul değil mi? Yapıyorlar bazen hata. Üzüyorlar evlatlarını, anlamıyorlar zamanı geliyor, ya da haddinden fazla anlamaya çalışıyorlar. Koruyoruz sanırken, engelliyorlar, kısıtlıyorlar. Evlat tahammül edemiyor tabi. Esip gürlüyor yeri gelince. Kalp kırıyor, aşağılıyor maalesef…


İşte esas sınav buradan sonra başlıyor. Yine anne babaya düşüyor görev. Evladın cahilliğine verip onu ne olursa olsun eğitmeye devam mı etmeli? Yoksa seni kıymet bilmez nankör deyip dışlamalı mı?


Hani derler ya ne ekersen onu biçersin diye… İşte evladı büyütme kısmı toprağı kazıp küreyip, ekmeye hazırlama kısmı. Evladın bu asi döneminde takınacak tutumlar da ekme kısmı… İşte, sabredip elinden tutmaya devam edersen, mahsulün kaliteli ve bereketli; nankör deyip dışlarsan, mahsulün vasat oluyor. Ya sağlığında yanında, hastalığında başının üstünde taşıyor evladın, ya da sağlığında aklında, hastalığında bilinçaltında taşıyor…


Ve bir tatlı huzur almaya gittik Etimesgut Belediyesi Huzur Evi’ne.


Tedirgin gittim. Mutsuz yaşlılar, ihtiyarlamış hayatlar göreceğimi düşünerek. İçim acır, kıyamam çok çabuk kaptırırım kendimi. Ama gittiğimiz yer gerçekten de “huzur” evi idi.


Teyzelerimiz amcalarımız çok tatlıydı. Kapıda belirdiğimiz anda çocuk gibi ellerimize bakmaya başladılar. Aslında hiçbirinin paraya pula, giyeceğe, yiyeceğe ihtiyaçları yok. Sadece ilgi gördüklerini hissettirecek küçücük hediyeleri arıyor gözleri. Biz de onlara minik, kırlent gibi kullanacakları, bellerine, boyunlarına koyacakları yastıklar hediye ettik.

Her birinin hikayesi farklı farklıydı elbette ki. Sadece bir öğle arasına sıkıştırılmayacak, bir gün boyunca sohbet edilecek kadar çok hikaye var orada.


Karabiber Teyze vardı. Esmer olduğu için öyle diyorlarmış. Küsmemiş bu ismi takanlara, bembeyaz kıyafeti ve başörtüsü vardı başında.


Ali İhsan amca'nın odasına girmemizle güneşin gözümüzü alması bir oldu. Oysa odası giriş kattaydı. Ne kadar neşeli bir Beyefendi. Sanki hayat ona hep gülmüş... Hiç aldanmamış, aldatılmamış, acı keder görmemiş gibiydi. Yüzü güleç hayatla barışık... “Sabah kalktığımda kuş seslerini dinliyorum.” dedi. Bence bu kadar pozitif yükü oradan alıyor...

Yavuz amca Makedonya'dan gelmiş Türkiye'ye. Birazcık sinirli bir amcaydı. Bize Bir şey ikram edememesi bizim suçumuz oldu:) Üstüne bir de kibarlık olsun diye “sizin güler yüzünüz bize en güzel ikram”dedim. Bana dönüp çatık kaşlarıyla “Onu sana sormayacağım, ben bilirim neyin ikram olduğunu” dedi. Bastonu yanı başındaydı. Kafama geçirecek diye çok korktum... Ki sonra öğrendiğime göre yiyebilirmiştim o bastonu kafama.


Süheyla Hanım'a sizi ziyaret geleceğiz dedik. Telaşelendi. Odam uygun değil diye. Daha temizliğini yaptırmamış. Sonra kabul etti ama bizi. Odası çok düzenli ve zevkliydi. Hayran kaldığım tek odaydı belki de. Kendisi de çok düzenli ve bakımlıydı. Döpiyesini giymiş, arkadaşlarının yanına yan odaya geçiyordu. Çok şıksı

nız dediğimizde üzerindeki ceket pantolon takımını yıllar önce kendisinin diktiğini söyledi. Hayret ettik.

Ve beni en çok keyiflendiren odaya geldi sıra:) Leyla Teyzeciğimin odası. 3 arkadaş odaya girdik ve o hemen benim üzerimdeki bolero ile ilgilendi. Örneğine baktı, çok beğendi. “Zevkin benim zevkime benziyor, çok şık üzerindeki aferin sana” dedi. Leyla Teyzemin sarışınlara özel bir ilgisi varmış. Ben de sarışın o

lunca bana iki satırlık bir şiir okudu. “Resim çektirebilir miyiz beraber, bu şerefi bana bahşeder misiniz” diye sordum. Bir telaşedir aldı. Saçımı düzelteyim ama, güzel miyim bir aynaya baksaydım diye:) Saçını ben düzelttim, tokası tekrar taktım, karşısına geçip şöyle bir yüzüne baktım “çok güzelsiniz” dedim hayran hayran... Çok güzeldi... Kabul etti. En güzel pozumuzu verdik, sarılıp birbirimize. Nice sonra ismimi sordu “adın ne senin sarışın?” diye. Adımı duyunca şöyle bir kapattı gözlerini. “Bildim, tahmin ettim, o yüzden sevdim seni belli” dedi. Ben de onun adını sordum o zaman öğrendim. “Leyla Teyze”... “Çok güzelmiş isminiz de, sizin gibi” dedim. “Kızın olursa Leyla koy adını” dedi. O odada bir tek onunla ilgilendim. Bırakmadı beni, ben de onu bırakmak istemedim...


Zeki amca bir asker emeklisi. Orgeneral Büyükanıt ile vakt-i zamanında beraber çalışmışlar. Zeki Amca ile de oturup epey sohbet ettik. Bize resimlerini gösterdi, hepsinin hikayelerini teker teker anlattı. Eşinin resmine bakarken çok duygulandım. Çerçevenin köşesine, elinde kılıç tutan bir Sünger Bob resmi iliştirmiş. “Eşimi korusun diye koydum o resmi çerçeveye” dedi. Görmüş, geçirmiş, bilgili bir insandı Zeki Amca. Sohbet etmeyi, memleket meselelerinden konuşmayı özlemiş. Bize hayat hikayesini anlattı. Eş seçiminde dikkat etmemiz gereken noktaları öğütledi. Gözleri doldu, sesi titredi... Veda ederken “kusura bakmayın zamanınızı aldım” dedi. Gözlerim doldu. Bu kadar birikimli bir insan bizim zamnımız için hayıflanıyor. “Esas sen kusura Bakma Zeki Amca; biz yeteri kadar zaman ayıramadık sana”


Ve birçok hayata şöyle kıyısından bakıp, el öptük... Misafir olduğumuz odalarda neşeli hayatlar dışında umudunu kaybetmiş. Yataktan çıkmayan ihtiyarlarla da karşılaştık. Çocukları onu buraya getirdiler diye

şikayet edenle de oysa neredeyse hergün gelip ziyaret ediyorlarmış. Yavaş yavaş hayal dünyasında yaşamaya başlamış, resmen çocuklaşmış yaşlılar da gördük. İzdivaç programını izleyen amcalar da vardı, hayata hala delikanlı yürekleriyle bakanlar.


Ellerini öpüp dua istediklerimiz de oldu. Çıkarken dualar ederek çıktıklarımız da.


Bizi ne umutlarla büyütüyorlar. Yemeyip yedirme, giymeyip giydirme telaşında bütün anne babalar. Kimi evlatlar vefasızlıklarının sonucu huzur evine gönderiyorlar anne babalarını kimi evlatlar da daha iyi bakılacağını bildikleri için.


Kimi anne baba yapılan vefasızlığı zamanında kendileri ekiyorlar ki biçiyorlar, kimisinin sınavı böyle devam ediyor. Yaşlı olmak, ihtiyar olmak zor iş. Onları anlamak da ayrıca zor bir iş.


Çocuklaşıyorlar yaşlara yıllar eklendikçe. Onlar biz çocukken nasıl sabırla tahammül ettilerse bize, seve seve; ne olursa olsun onların da bu sabırı görmeye hakları var...

17 Nisan 2010

GİT


Git iş işten geçmeden, çok geç olmadan vakit,
Günahıma girmeden, katilim olmadan git!

Git de şen şakrak geçen günlerine gün ekle,
Beni kahkahaların sustuğu yerde bekle.

Git ki siyah gözlerin arkada kalmasınlar,
Git ki gamlı yüzümün hüznüyle dolmasınlar.

Mademki benli hayat sana kafes kadar dar,
Uzaklaş ellerimden uçabildiğin kadar.

Hadi git, benden sana dilediğince izin,
Öyle bir uzaklaş ki karda kalmasın izin.

Kahrımın nedenini söylesem irkilirler;
Çünkü herkes beni Kays, seni Leylâ bilirler.

Sanırlar ki sen beni biricik yâr saymıştın;
Oysaki hep yedekte, hep elde var saymıştın.

Hadi git, ne bir adres, ne bir hatıra bırak,
Zannetme ki pişmanlık, mutluluk kadar ırak!

Sanma ki fasl-ı bahar geldiği gibi gitmez,
Sanma ki hüsranını görmeye ömrün yetmez.

Her darbene tahammül edecektir bedenim,
Gururum mani olur perişanıma benim.

Yâri Ferhat olanın ellerle ülfeti ne?
Şirin ol katlanayım dağ gibi külfetine.

Henüz lâyık değilken tomurcuk kadar aşka,
Sana gül bahçesini kim açar benden başka!

Hercai arılara meyhanedir çiçekler,
Kim bilir şerbetinden kaç kadeh içecekler!

Madem aşk tablosunun takdirinden acizsin,
Git de çağdaş ressamlar modern resimler çizsin.

Ne vedaya gerek var, ne de mektuba hacet,
Git de Allah aşkına bir selâma muhtac et!

Güllere de aşkolsun gene sen kokacaksan!
Fallara da aşkolsun gene sen çıkacaksan!

Kopsun nerden inceyse artık bu bağ, bu düğüm!
Her gece daha berbat, daha vahim gördüğüm.

Korkulu düşlerimi yorumdan kaçıyorum;
Sırf sana üzülüyor, sırf sana acıyorum!

Git iş işten geçmeden çok geç olmadan vakit,
Günahıma girmeden, katilim olmadan git!...

CEMAL SAFİ

4 Nisan 2010

ÇABUK GEL OLUR MU?

Şimdi burada olsaydın kavga ederdik ne güzel. Başka bir şey gelmiyor aklıma seninle ilgili. Resmine her baktığımda kavgalarımızı hatırlıyorum önce... Sonraysa...




İçeride ciddi bir konu konuşuluyor. Ben küçüğüm anlamam... Odama girdim hemen. Şimdi olsan arkamdan sen gelirdin. Radyonun kanalını değiştirir; yataktan başka herşeye benzeyen yatağımda kendine bir yer bulur yatardın. Ve konuşmaya başlardın, nereden bulursun o kadar mevzuyu?

O kadar özledim ki seni! Ama çok inatçıyım işte. Söylemiyorum ama o kadar çok seviyorum ki seni.

Balkonun altında arabayı yıkarken kafayı kaldırıp bana bakan, sadece bana bakan iki erkek olun hayatta. Benden başka kimseyi çok sevmeyin...

Ve sen! Askerden gelince ilk bana sarılmayı özle. Çünkü ben seni öyle özledim...

Bazen öyle telaşe oluyor ki evde, uyuyunca sakinleşiyor ortalık ancak. Bir de odama girip, ders çalışmak için masamın başına geldiğimde masamdaki fotoğrafları teker teker süzdüğüm zaman...

Ve sen oluyorsun o fotoğraflarda bir de abimiz. Öyle özelsiniz ki hayatımda. Vazgeçilmezlerimsiniz. Ben ise aranızdan hiç ayrılmayacak kardeşiniz.

80 gün sonra dönüyorsun. Hiç gitmemiş gibi gel. Okuldan dönünce her zamanki seni bulayım evde. Elinde bir fincan şekersiz çay, müzik setinin başında “Fear of the Dark”ı dinliyor ol. Ve iğrenç geçen yazılımı sor. Sonra da uzun uzun öğütler ver. Askere hiç gitmemiş, 8 ay boyunca benden, bizden hiç ayrılmamış gibi. En son dün gece görüşmüşüz gibi...

Ağlıyorum...

Sen bunları hiç bilme. Çünkü inatçıyım, söyleyemem sevdiğimi...

Hiç eksilmeyin ömrümden e mi?

Çabuk gel olur mu?

Seni çok özledim...
*8 yıl önce yazmışım bunu... Bir defterin arasında sıkı sıkı saklamışım. Geçenlerde çıkınca karşıma, tekrar ağlattı beni...

25 Mart 2010

Üşüyorum

Hava yavaş yavaş kararıyor. Kışı unutturmayan bir soğukluk var havada ama rahatsız olunmuyor bu soğukluktan. Rüzgâr esiyor arada bir. Sayfam havalanıyor. Elimle sayfamın uçmasını engelliyorum. Rüzgâr her estiğinde bırakıyorum yazı yazmayı, rüzgâra karşı koyuyorum. Rüzgâr sayfamı alamayınca vazgeçip gidiyor. Sayfamı kaptırmadığıma göre devam etmeliyim yazmaya…

Havanın kararması hızlandıkça hissedilen soğuk da artıyor sanki. Ama diretiyorum, bu akşam üşümeyeceğim.
Rüzgâr sayfamla olan savaşından vazgeçip benimle uğraşmaya başlıyor. Beni daha çok üşütmek için daha hızlı esiyor. Kabul ediyorum, her esişinde soğuğu iliklerime kadar hissettiriyor ve titriyorum. Ama alt edemiyor beni, rüzgâr vazgeçene kadar sabrediyorum. Üşümemeye kesin kararlı olduğumu görünce geri dönüyor o da. Tam gittiğine sevinmişken her seferinde daha da güçlü dönüyor. Ve her seferinde beni daha çok etkiliyor.

Tek başıma savaşamayacağımı anlayınca bir sigara yakıyorum, yardımı olacağını sanarak. İlk nefeste ısıtıyor içimi. “Yanındayım üşüme” diyor. Rüzgâr gelene kadar 2 – 3 nefesten sonra muhabbetimiz koyulaşıyor sigarayla. Artık ona tamamıyla güveniyorum. Rüzgârın geldiğini anlayınca derin bir nefes çekiyorum sigaramdan. Tam sigaranın sıcaklığına sığınacakken sönüveriyor o da… Ruhsuz bir tütün sarması kalıveriyor ellerimde.


Rüzgâr fırsatı iyi değerlendiriyor ve beni mağlup etmeyi başarıyor; ÜŞÜYORUM!!!

21 Mart 2010

Ben Yaptım

Bir pazar günü, aile bizde toplanmış. Yeğenler koşuşturuyor... Baba, abi bütün gün evde.

Pazar günleri akşam yemeği beylerin görevidir. Ya kollar sıvanıp menüyü hazırlayacaklar ya da sakin bir yerde rezervasyon yaptırıp ikramda bulunacaklar.

Akşama varana kadar da ağızların boş durmaması için biz hanımlar atıştırmalık şeyler hazırlarız.
Reklamlarda her çıktığında “hadi canım sen de! Olmuyor işte öyle” dediğim bir lezzeti denedim bugün: Dr Oetker Duo Puding... Dışı ayrı içi ayrı olan puding.

“Olmayacağını biliyorum ama neyse!” ön yargısıyla başladım yapmaya. Ben paket arkası tariflere sadık kalarak yemek yapmaya alışkın olmayan ve sevmeyen biriyim. Göz kararı karar vermeliyim miktarına. Kafamdaki lezzete göre eklemeler yapmalıyım. Kaşıktan şöyle bir süzülüşüne göre indirmeliyim ateşten ya da ona göre çırpmalıyım. Bu sefer yapacağım ince bir iş olduğu için iki satırlık tarifi elli kez okudum belki de.

Bir kimyager edasıyla pudingimi yaptım. Sonuç başarılı çıkarsa diye kendime kocaman bir “aferin” hazırladım. Sonuç başarısız çıkarsa nasıl olsa “amaaan sadece reklamlarda öyle olur zaten” diyecektim:)
Kısa bir beklemeden sonra sonuç harikaydı. Kase seçimimi kafamın dikine giderek yaptığım için reklamlardaki şeklin tıpkısı olmadı ama vaat ettikleri lezzet ve “duo” ev halkı ile beni doyurdu.


Kesinlikle tavsiye ediyorum. Mutlaka deneyin. Ben muzlu kakaolu olanını yaptım. Gelecek pazarlarda diğer çeşitlerini de mutlaka deneyeceğim...
Teşekkürler Dr Oetker Duo Puding...

BUGÜNden...


Hep beni mi bulmak zorunda bu otobüs kavgaları?

Her gün periyodik olarak 10 otobüsten 1 inde kavga mı oluyor yoksa ben bindiğim otobüse bu gücü beraberimde mi taşıyorum?

Dolmuş, belediye derken bu sefer de halk otobüsünde yüreğim ağzıma geldi!
Hepimiz uslu uslu otobüse binip paralarımızı ödedik ki önceki duraklardan birinde otobüse binmiş olan iki amca (bana göre) durduk yere ağız dalaşına girdiler. Uzak durmak da fayda var diyerek hanım hanımcık en uzak köşedeki koltuğa iliştim. Önce küfürler ağırlaştı sonra yumruklar konuşmaya başladı.

İşin rahatsız edici tarafı muavin olayı yatıştırmaya çalışırken şoför sakin sakin yoluna devam etti. Hemen otobüsten inip daha fazla olay yerinde olmak istemedim fakat iki durak arası mesafede yüreğimiz küt küt olayın içinde kalmaya mecbur olduk. İlk durakta kurtardım canımı ve psikolojimi. Benimle beraber kavga edenler de indi o ayrı!

Son günlerde Ankara'da otobüs kavgaları artmaya başladı. Bunun ne ile doğru orantılı yükselişe geçtiği apaçık ortada. Bunun bir önlemi alınsın artık. Her gün yüreğim ağzımda binmek istemiyorum otobüse!

18 Mart 2010

BEYAZPERDE

CESARETİN VAR MI AŞKA? (JEUX D'ENFANTS)
izlendi...
Bir zamanlar her gün bir film izleyeceğim diye depo ettiğim filmlerden biriydi. Fransız yapımı olması beni benden aldı ve merakla oturdum izledim.
Öncesinde fragmanına göz attığımda çok etkilendim. Daha fragmanda başladım ben ağlamaya:) ama filmin kendisi fragmanı kadar ağlatmadı. Sophie'nin saçma sapan kaprisleri deli etti beni. Dünya onun etrafında dönüyor sanki! Julien'in çocukluğu çok şirindi.



Kurgu ve oyunculuk güzeldi. Fransız filmlerinin havası bir başka oluyor zaten. Aşklarını yaşayışları çok etkileyici idi. Hastalıklı bir aşk...


Filmi izledikten sonra “abartılacak kadar etkilenmedim, ben daha etkileyici aşk hikayeleri gördüm” dedim ve sinema eleştirmeni arkadaşlarım tarafından kınandım:)
Vel hasılıbeni ağlatmasa da bu hikaye izlenmeli...

7 Mart 2010

Aşk Masalı...

Bir aşk masalı anlatıcam sizlere dedim…
Uzun uzadıya anlatmaktı niyetim, o yüzden sözü verdikten sonra bekledim... Ama herşeyde olduğu gibi; çok özenince bir şeye istenildiği gibi olmuyor sonunda.

Yine anlatıcam o aşk masalını sizlere…

Her bir evresinde içinde bulunduğum bir aşk masalı. Evlilik öncesi flört evresinde, nişanlılık heyecanında, evliliğin ilk yıllarında ve (çok şükr) hâlâ…


Siz deyin 7 ben diyeyim 8 yıllık evli bir çift masalımın kahramanları. 4 yaşlarında bir kızları var.

Flört evresinde koruyucu, nişanlılık evresinde ortakçı, evliliğin ilk yıllarında kıskanç rolünü üstlendim bu masalda. Şimdilerde ise mutluluğun (zaman zaman) bir parçası olmak için rol çalıyorum…

Birçok şey yaşandı. Mutluluklar, zaferler, mağlubiyetler, zorluklar… derken bugüne geldiler. Rabbim uzun ve huzurlu ömürler nasip etsin.

Birbirlerinin çocukluklarına şahit olan bir çift olmak herkese nasip olmaz. Daha o zamanlar “eş” olacaklarından habersiz fotoğraf karelerinde beraberler…

Hayatlarının en güzel döneminde “biz” demeye başladılar kendilerine. Üniversite yıllarının tadını beraber çıkarttılar. Bu tat onlara zararla dönmeye başladığının farkına biraz geç vardılar. Derslerden kalınmaya, devamsızlıklar uzamaya başladı. Aileler okul teklemesiz devam ediyor zannededursun:) Yalancının mumu misali; 4 yılın sonunda mezuniyet belgelerinin kokusu bile gelmeyince ortaya çıkmaya başladı herşey. Bu sırada bizim kahramanlar evlenmeye karar verdiler. Abim ve (o zamanlar müstakbel) Yengem…

Abim, uykusundan hiçbir şekilde feragat etmeyen ve hayatta herhangi bir şey onu zorladığı zaman stresten hasta olan bir insan(dı). Okulun uzamasının bir sebebi de buydu.

Bizimkiler baktılar ki evliliğin yolu “mezun olmak”tan geçiyor; hepimizin şaştığı bir çabayla derslere verdiler kendilerini. Gece olur da bir kalkarsam abimin masasının lambasını yanık buluyordum. Devamsızlıktan korkar olan abim sabahları kredilerini doldurmak için derslere giriyor, geceleri sabaha kadar ders çalışıyordu. Ben o zamanlar çocuk aklımla sabaha mutlulukla uyanıyordum. “Abim gece, sabaha kadar ders çalıştı” :)

Bu azmin mükafatı sözlenmeleriyle karşılandı. Artık onların parmağında yüzükleri vardı.

Birbirlerinin sınavlarında, kapılarda beklediler. Mezuniyet törenlerinde, birbirlerini ilk kutlayan oldular. Ve sıra askerliğe geldiğinde yengem ardından en çok ağlayan oldu belki de. Yemin töreninde yanındaki kayınvalideymiş, kayınpedermiş takmadan koşup boynuna sarılan oldu.

Okul, askerlik, iş, güç… tüm engeller atlatıldıktan sonra düğün dernek sırası geldi. Çok zorluk baş gösterdi bu sırada. Ama onlar için önemli olan tek şey birbirleriydi, birbirlerinin istekleriydi. Kulak tıkadılar diğer herşeye. Onlar erdi muradına, biz çıktık kerevetine…

Abim yıllar önce aileden ilk bana söylemişti durumu. “biliyor musun, benim artık bir prensesim var” itiraf cümlesi buydu. O zaman olduğu gibi şimdi de gözlerim doluyor. O zaman gözlerimin dolma sebebi kıskançlıktı ama neyse…

Yürürlerken ellerini hiç ayrı görmedim ben onların. Kavgalarının sonunun bir oda değiştirmekten öteye gittiğine şahit olmadım. (Ayrı odalarda dakikalardan fazla da geçiremezler ya…)

“Asla” dedikleri şeyleri birbirleri için ne de güzel unuttuklarını gördüm. Fedakarlıklarını örnek aldım. Birbirlerinin hatalarını görmezden gelmeleri ders oldu.

Mutfak işlerinden hiç hoşlanmayan abim, eşi için şimdi haftada iki kez mutfağa girer oldu:)

Çok bunaldığım zaman yanlarına kaçıyorum. Maddi sıkıntıları olsa da onlar birbirlerini seviyor, manevi sıkıntıları olsa da…

Yanlarına kaçtığım bir gün arabada abim, yengem, kızları ve ben eve dönüyoruz. Onlar birbirlerine yeniden aşklarını itiraf ettiler. Ben ve kızçemiz şahit olduk. Kızçe bozuldu ama bu duruma… “siz birbirinize aşık olduğunuz için ben de halamı seviyorum işte!” dedi koyuverdi ağlamayı. Sarıldım… Kuzum biz birbirimze yetsek olmaz mı dedim:)

Şu sıralar ailecek dilimize dolanan şarkı, abimin kızıyla beraber yengeme yazdıkları doğum günü şarkısı… Abimin günün en sıkışık saatinde işi başından aşkın olan eşine telefon açıp kızıyla beraber çığlık çığlığa söyledikleri şarkı…

İkisi de çok değişti birbirlerini bulunca. Birbirlerini tamamlayacak şekilde değiştiler. “Kimseyi değiştiremezsin diye bir şey yok” dediler bana tecrübelerini anlatırlarken. “mutlu olmak için iki taraf da değişmek zorundadır.” “zaten gerçekten seviyorlarsa değiştiklerinin farkına bile varmazlar.”

Onlar da farkında değildi zaten. Bu gerçeği ben söyledim onlara:)

Rabbim nazarlardan esirgesin sizi. Birbirinize daha da bağlı etsin. Ben arada bir gelip bu masalın parçası olmaktan keyif alıcam hep…

4 Mart 2010

BEYAZPERDE

CENNETİMDEN BAKARKEN

İzlemiş oldum

Dediler ki Peter Jackson filmi…

Görünüşte bir cinayet senaryosu ama beklediğim gibi değil. Zekice yapılmış planlar, ustalıkla temizlenen kanıtlar yok. Filmin 54. dakikasında hala daha konunun “giriş” kısmından çıkamadığını hissettim.

Birbirine aşık bir çift, 3 çocuk, mutlu bir aile. Baba çocuklarına çok düşkün. Özellikle büyük kızına ve derken büyük kızı daha 14 yaşındayken bir sapık tarafından öldürülür. Bu ölümden sonra filmde olaylar gelişme bölümüne girmiş ama ben o heyecanı yakalayamadım.

Bunu yapmayı sevmiyorum ama filmde sürekli “ben olsam” diye düşündüm… “Ben olsam filmi nasıl kurgulardım?” Filmimizin başrolü Susie, fotoğraf çekmeyi çok seven bir kız. Elinde makinesi her şeyin fotoğrafını çekiyor. Baba cinayetten sonra bu fotoğraflarla katili bulma yoluna gidiyor. Bu filmi sürükleyecek çok güzel bir düşünce fakat yeterince kullanamamışlar. Baba, fotoğraflardaki yüzlerden birinden şüpheleniyor, peşine düşüyor. Ama neden o yüzden şüphelendiği meçhul. “Baba içgüdüsü” olarak geçiştirilmiş resmen… Hatta peşine düşme süreci de çok kısa tutulmuş.


Bunların yanı sıra, ölen Susie dünyayı bırakamadığı için dünya ile cennet arasında kalıyor. Buraya kendisi “mavi ufuk” diyor. Filmde yapılmış güzel bir ters açıydı bu fikir. Hep dünyada kalanların, ölenlerin arkasından sürekli ağlayarak onları huzur ettiğini düşünürüz, filmde ise Susie dünyayı bırakamadığı için babası huzur bulamıyordu.


Son söz olarak çok da izlenilesi bir film değil. Boş bir akşamı renklendirmek için evde belki izlenilebilir.

Tek bir tavsiyem olacak ki; filmin başındaki o sarı saçlı, kıvırcık kafalı, pembe yanaklı şirin kızı görmek gerek…

1 Mart 2010

BUGÜNden...

BİR NASİHAT ALDIM BEN BUGÜN...



Emanete ihanet etmeyin...

Halinizden şikayet etmeyin..
Büyüğünüze emretmeyin..

Boş şeylerde ısrar etmeyin...
Cahillerle sohbet etmeyin.
Nefesinizi boşa tüketmeyin..


İnsanları bekletmeyin..
Etrafınızı kirletmeyin.

Hayatınızı mahvetmeyin..
Kimseye minnet etmeyin.


İnsanları yüzüne karşı methetmeyin..
Kimseye
küfretmeyin..
Kötülüğe meyil etmeyin..
Malınızı boşa sarf etmeyin..
Sırrınızı açık etmeyin..
Her şeyi merak etmeyin..
Suçunuzu inkar etmeyin...

Şerefinizi kaybetmeyin..

Vatanınızı terk etmeyin..

İyiliğe niyet edin..
Büyüklere
hürmet edin..

Sıkıntıya sabredin.
Aza kanaat edin..
Sözünüzde sebat edin..
Bildiğinizle amel edin..
Hatanızı kabul edin..

Yaramaz ise def edin..
Varken tasarruf edin..
Alimlerle sohbet edin..
Nefsini
zle inat edin..
Sofranıza davet edin..
Zararlıysa men edin..

Seviyorsanız ifade edin..
Kalpleri fethedin..
Misafire ikram edin..
Muhtaca yardım edin..
Bilseniz de i
stişare edin..
Tehlikeye dikkat edin..
Hakkı teslim edin..

Unutacaksanız kaydedin..
Esirgemeyin lütfedin..
Gariplere merhamet edin..
Kazanmaya gayret edin..
Çalışanı takdir edin..

Başarıyı tebrik edin..
Mazereti Kabul edin...
Her an tevekkül edin..
Hastaları ziyaret edin..

Çocuğunuzu terbiye edin..

İyiliği emredin..

Kötülüğü terk edin..

Herkese tebessüm edin..
Güvenseniz de kontrol edin..
İnanmayana ispat edin..
Fakirleri gözetin..
Hayır için sarf edin..


28 Şubat 2010

Asker

Bir yolculuk daha geldi geçti…
Bu gözler bir şehri daha gördü…

Abimin yemin töreni dolayısıyla Samsun’daydık. Günübirlik yapılan seyahat oldukça yorucu geçti. Hava değişikliğinin şu sıralar bana iyi geleceğini düşünerek hevesle bekledim yolculuk gününü ama umduğum gibi olmadı. Vücudumun ve metabolizmamın sarsılan dengesini iyice bozdu.

Samsun güzel şehir. En azından içinde deniz olan bir şehir. Havası biz Ankara insanlarına biraz ters. Biz ayaza alışmışız, kuru soğuğa. Bir şehirde deniz oldu mu insanın içine işliyor havası da soğuğu da. Ankara pat diye insanın yüzüne çarpar ayazını soğuğunu. İlk başta üşürsün, sonra alışır gibi olursun… Ama deniz oldu mu bir şehirde üşütmeyecek gibi geliyor havası. İnceden inceye, tabir yerindeyse pusuya yata yata sarıyor soğukluğu. Üşüdükçe üşüyor insan, alışamıyor soğuğa, alıştım sandıkça daha da üşüyor. Yine de herşeye rağmen deniz varsa bir şehirde tutsak ediyor insanı kendisine…


Yol herzamanki yoldu benim için… Ağaçlar arabamızın yanından hızla geçtikçe, kilometreler ardımızda sıralandıkça beynimdeki düşünceler o denli hızlı birikiyorlar. İç hesaplaşmalar, kar zarar hesapları, doğrular yanlışlar, iyikiler keşkeler… derken bu yükü kaldıramayacağımı kabul edip uykuya daldım acizce. Delikanlılık kavgadan kaçmaktaymış ya, o hesap.

Samsun’un yeni doğmuş güneşi ile uyandım. Soğuk bir benzin istasyonunda köy kahvaltısı ile ayıldım. Karadenizin neresi olursa olsun bir başka güzel, yeşili bir ayrı yeşil…

Ülkemin içinde bazı yerlere gitmek benim için yurt dışına çıkmaktan daha bir ütopyadır. Mantıklı bir sebebi yok… Öyle bir kabulleniş. O ütopyalardan biri de ‘Karadeniz’dir. Samsun’dan şöyle bir geçivermekle Karadeniz’i gezdim demek haksızlık olur ama yine de Karadeniz’e bir günlük bile bir kenarından uğramış olmak çok heyecanlandırdı beni.

Bu heyecanın içinde bir aydır özlediğim abimi görecek olmam ve hatta subay kıyafetleri içinde görecek olmam da vardı elbette…

Adresi takip et, yolu bul kaybet derken, Askeriye’yi bulduk. “Sahra Sıhhiye Komutanlığı.”

Askeriyenin gözüne iğnelerimiz yine battı tabi ki.

Bir tepelikte olan tören alanında meraklı bekleyiş başladı. Samsun’un o bahsettiğim soğuğu bizi sarıp üşümeye başlarken, heyecanın soğukluğu da körükledi, yerimizde duramaz olduk.

Ve yaş ortalaması 30 olan körpe(!) askerler göründü. “Herşey vatan için” “Ne mutlu Türküm diyene” diye bağıran, rap rap sesleriyle 300 kişi sislerin arasından çıkıp geldi.

Gözlerim doldu… Asker olmaları değildi ağlatan… Her birinin en az 2 yaşında birer çocuğu var. Anneler “bak baban el salla babana” diye teselli etmeye çalışırken çocuklar koşup babalarına sarılamadıkları için hırçın bir ağlamanın içindeydiler. Bir aydır özlem var hem eşlerde hem çocuklarda… Anne babalar biraz daha dirayetli ama… eşler ve çocuklar…

Tören başladı, konuşmalar yapıldı, silahlarla arkadaş durulup vatanı ne pahasına olursa olsun ölmeyi bile göze alarak korumaya yemin edildi.

Komutanın konuşması hala daha kulaklarımda. “Asker” olmak ruhuna kadar işlemiş olan tecrübe şöyle konuştu: “Evlatlarım, unutmayın merhametten maraz doğar. Saygınlığınızı yitirmeyin, sevginizi de eksiltmeyin!” Asker olmak böyle bir şey…

Asker kuzumuzu subay olarak 15 günlüğüne ödünç aldık…

Bir daha kimbilir ne zaman göreceğimiz Samsun’u öylesine dolanıp, bir aydır Ankarasına hasret kalan abimi yuvasına kavuşturduk.

Kandile denk gelen yolculuğumuzda yolcu duası kabul olur inancıyla uykumda, uyanıklığımda durmadan dua ettim…

… Darısı askerliğini yapmamış olanların başına… Tez zamanda, hayrlarla…
Related Posts with Thumbnails