sayfalar

13 Aralık 2009

BUGÜNden...


İnsan kitap almamak için kendini zor tutar mı?

Ben tuttum...
Başardım da...
Almadım o mis gibi kokan kitapları...
Pişmanım da...

:( Ama geçerli sebeplerim vardı...

Aklım hala o 3 kitapta...

Ceza verdim kendime; "okunacaklar" rafındaki kitaplar, "okunanlar" rafına inmeden almak yok onları!

24 Kasım 2009

Ömer Lütfi Mete

Gecikmeli bir taziye…

Son görev bu kadar sonraya bırakılmamalıydı belki ama hayat herşeye her zaman izin vermiyor.

Sinema, televizyon ve edebiyat dünyasının ustalarından birine daha veda etti bu fani dünya.

Ömer Lütfi Mete’yi sevenleri, dostları ve öğrencileri “rahmetle” anıyoruz…

Ölüm, Hakk’ın emri. Esas olan geride adını unutturmayacak izler bırakmaktır.

*****

GÜLCE

Uçurumun kenarındayım Hızır

Ulu dilber kalesinin burcunda

Muhteşem belaya nazır

Topuklarım boşluğun avcunda

Derin yar adımı çağırır

Dikildim parmaklarımın ucunda

Bir gamzelik rüzgâr yetecek

Ha itti beni, ha itecek


Uçurumun kenarındayım Hızır

Civan hazır

Divan hazır

Ferman hazır

Kurban hazır


Uçurumun kenarındayım Hızır

Güzelliğin zulme çaldığı sınır

Başım döner, beynim bulanır

El etmez

Gel etmez

Gülce'm uzaktan dolanır


Uçurumun kenarındayım Hızır

Gülce bir davet

Mecaz değil

Maraz değil

Gülce bir afet

Peri değil

Huri değil

Gülce beyaz sihir

Gülce ölümcül naz

Buram buram zehir

Yar yüzünde infaz

Bir gamzelik rüzgâr yetecek

Ha itti beni, ha itecek

Güzelliğin zulme çaldığı sınır


Uçurumun kenarındayım Hızır

Ben fakir

En hakir

Bin taksir

Ateşten

Kalleşten

Mızrakla gürzden

Dabbetülarz'dan

Deccal’dan, yedi düvelden

Korku nedir bilmeyen ben

Tir tir titriyorum Gülce’den

Ödüm patlıyor Gülce’ye bakmaktan

Nutkum tutuluyor, ürperiyorum

Saniyeler gözlerimde birer can

Her saniyede bir can veriyorum

ÖMER LÜTFİ METE 1981

4 Ekim 2009

Can Parçası *Mekke'de Çocuk Olmak



Bir zamanlar Mekke’de çocuk olmak…


Düşününüz yere atılmış bir dal parçası… Yerdeki bu değneğe doğru yönelen bir çocuk eli… Eğiliyor yerdeki çelik çomağa yavrucak… Elbette biliyor eşraf çocuklarının oyunlarına katılmasının yasak olduğunu… Oyuna yasaklı olduğunu elbette biliyor çocuk yaşında. Ama o, sadece bir çocuk olarak yeterince el değiremediği o dal parçasını, düştüğü yerden kaldırıp, kendisini oyununa almayan arkadaşlarına geri uzatacaktır, o kadar…

Derken hışım gibi gaddarca bir el, onu göğsünden itiveriyor yere. Hırçın müşriklerden biridir onu göğsünden iten… Hem de yaşına başına bakmadan çocukların oyun meydanına dalarak hedef aldığı küçük bir Müslüman çocuğudur… İter onu yere… Ben size demedim mi almayacaksınız onlardan birini aranıza diye çıkışarak toplar diğerlerini, uzaklaştırır oradan…

Yerdeki çocuk şaşkın…

O zaten biliyor oyunun kendisine yasak olduğunu ama işte kendisini tutamamış ve o dal parçasını yerden alıp, arkadaşlarına uzatmak istemiştir… Şimdi yerlerde, toz toprak içinde, düşerken avucunun içindeki deriler yüzülmüş…

İnsanın böyle zamanlarda diğer bütün acıları da abanır ya üstüne… Hele mesela annenizi veya babanızı yeni kaybetmişseniz, elinizi kesen bıçak sadece elinizi acıtmaz, o acı, annenizin yokluğunu da çağırarak yanına, cüssesini büyütür de büyütür… Bütün ruhunuz da titrer acıyla, sanki bıçak parmağınızı değil bütün vücudunuzu da kesmiş gibi baştan başa…

,,,

Sonra, göğsünden itelenerek düştüğü yerden kalkıyor yavaş yavaş küçük çocuk… Üstünü başını elleriyle temizlemeye çalışıyor. Oyun başına yıkılmış, sokak ıssız kalmıştır. Medet umar gibi kapılara ve pencerelere uzanıyor gözleri. Ama hayır, hepsi de örtüktür yüzlerine. O karmaşada, oyun alayının, yanıbaşında unutarak gittiği, o küçük dal parçasına ilişiyor gözleri… O küçük dala bakıyor. Gülümseyerek onu yerden kaldırıyor. “Sen uçan bir at mısın yoksa?” diyor, “sen ne güzel bir oyun süsüsün?”, “seni buradan fırlatsam ta Yemen’e kadar uçar mısın?” “yoksa sen Süleyman’ın atlarından mısın?” diye gülümseyerek bakıyor küçük dala… İçinden içinden, sessizce seviyor küçük ağaç parçasını… Sonra; gönlü razı değildir onun böyle yolda kalmasına. Onu kaldırıp bir kenara bırakıyor…

Kaldırıp bir kenara koyuyor…

Fatıma Zehra’ya koşuyor sonra, küçük çocuk…
Yetimleri en iyi, yine yetimler anlar… Kapıda durup selam veriyor önce, çocukların her başı sıkıştığında uğradığı bir kapıdır Fatıma…

CAN PARÇASI sibel erarslan
(syf: 154, 155, 156)


3 Ekim 2009

BUGÜNden...

hadi bakalım...

yarın taze, taptaze bir gün olsun...

hatta birazcık yağmur yağsın; havayı ferah kokutacak kadar....


günler sonra yüzümüzde güneş doğsun...

yağmurdan sonra gökkuşağına vesile...


önce sıhhatli bir uyku ve sabahına fırından yeni çıkmış sıcak ekmek tazeliğinde bir gün...

yarın cumartesi ne de olsa:)

28 Eylül 2009

İyi ki Doğdun...


Kısacık bir gecikmeyle “iyi ki doğdun Lalezarım”

1 yılı devirmiş gencecik bir bahçesin artık… Rengârenk lalelerin, her tattan anıların var. ‘Lale’derenlerin, ziyaretçilerin…

Dileğim; daha da büyüsün çevren, lalelerine lale katasın ki lalezarlığına yakışasın…

İyi ki doğdun Lalezarım…

3 Eylül 2009

'Hayat Güzel'(miş)dir


En keyif aldığım şeylerden biri de kütüphanemin başına geçip okuduğum kitapları süzmektir. Okumayı çok seven ama sevdiğim kadar da yavaş okuyan biriyim.






Gariban çocuklar çok sevdikleri şekerlemeleri, çikolataları ya da dondurmalarını hiiiç bitmesin diye minik minik ısıra ısıra yerler ya... O misal ben de minik minik okurum kitaplarımı. Aslında gariban değil aksine zengin ve açgözlüyüm kitap konusunda:) Bir raf daha hiç okumadığım kitaplarım vardır sıkış tıkış yerleştirdiğim...


Bu akşam da şöyle bir kitaplığımın başına geçtim. Göğsüm kabarık okuduğum kitaplara baktım... Çocuklarıma hatta torunlarıma gösterip övünürken takınacağım eda şimdiden geldi oturdu üzerime:)

Kitap okumanın en keyifli yanı da okurken kitabı, köşesine berisine küçük küçük notlar almaktır kitabın... Okuduğumla alakalı olsun olmasın. O anı hatırlatır ya bana, yeter. Fakat dışarının sözlerinden etkilendiğim yaşlarda kimi "bilgin" sandıklarım; "aman ha kitaplarına iyi bak onları yıpratma" demişlerdi. Ben de o sözü dinlemek için bir ara kitaplarımda içime işleyen sözlerin altını çizmez, kitapla çene yarıştırır misali sağına soluna not almaz olmuştum. (Ne yazık o vakitte okuduğum kitaplara...)


Başta söylediğim kütüphanemin karşısına geçip göğsüm kabara kabara izlediğim kitaplarımdan bir tanesini aldım elime. Kitabın altı çizili yerlerini okuyup, kitabı okuduğum tarihe dönücem güya...

Bir sayfa, iki sayfa, on sayfa ve daha fazlası derken bir baktım hiç not, altı çizili paragraf yok...


Yüzüm düştü, hayalimde yanıma oturttuğum çocuklarıma, torunlarıma karşı mahcup oldum, yüzüm kızardı... Derkeeen bir baktım kitapta ilgimi çeken bir kısım var:)



Kitap İclal Aydın'ın 'Hayat Güzeldir' kitabı. Kitabın ilk sayfasına attığım tarihe göre 2002 yılının başlarında okumuşum. Kitabın kapağındaki bilgiye göre de 5. baskısı. Ya ben okumakta birazcık geç kalmışım ya da kitap çok iyi satmış:)










Kitap, (belki hatırlarsınız) İclal Aydın'ın o zamanlar yaptığı 'Hayat Güzeldir' programından kalan hatıralarının bir toplamı. Günlük tadında. Aralara gerçek hayattan kesitler sunması için kendi el yazısıyla arkadaşlarına -özellikle montajcısına- yazdığı küçük notları barındırıyor. "Programda şöyle yapalım, şu şarkıyı kullanalım..." gibi ricalar... Kibarlaştırılmış direktifler:)



İşte, kitapta kendi aldığım notları ararken bu notlarla karşılaştım... Gözlerim doldu, tatlı tatlı gülümsedim. Hatırladım da bu kitabı 7 sene önce okurken bu notlara bakıp bakıp iç geçirirdim. "Acaba ben de bir gün..." diye başlardım hayal kurmaya...



Hayaller gerçek oluyormuş. Şimdi o notları görünce tekrar başladım yeni hayaller kurmaya:)



Bana yaşattığı bu güzel akşamın hatrına kitaptan da küçük bir alıntı yapalım artık:

<<...

Dünyanın her yerinde zordur kadın olmak... Yalnız kadın olmak, çalışan kadın olmak, dul kadın olmak, dayak yiyen kadın olmak, hem okuyan hem çalışan kadın olmak, siyasetçi kadın olmak.

Çalışırken, severken, sevilirken, anne olurken, çocuklar yetiştirirken, kavga ederken, hayatı toplayıp asık suratlı günleri değiştirmeye çalışırken... Hüzünlüdür kadın olmak. İkna etmeye çalışırken... Anne olduktan sonra beklenmedik bir anda yalnız kalırken, yaşama seyirci kalırken, seyirci bıraktırılırken, bildiği son sınırlara uzaktan bakarken... Ve kahramanlıktır kadın olmak.
... (Hayat Güzeldir '50)>>

2 Eylül 2009

Eylül... Eylülüm...






Eylül…






Sen de mi büyüdün artık? Daha bir olgunsun sanki. Eski deliliğin, heyecanın yok. Yaza daha çok boyun eğer gibisin...






Böyle değildin sen eylül; sonbaharın ilk göz ağrısıydın. Adın duylunca başlardık toparlanmaya, tedbirler alırdık. Seni en güzel şekilde karşılamak için hazırlıklara başlardık. Ne oldu be eylül? Ne seni bu hale getirdi? Yazdan kopamaman, bu cesaretsizliğin niye? Gün geçtikçe saklanıyorsun yazın arkasına… Her yıl bir parça daha…






Korkuyorum eylül… Bir gün gelip tamamen yaz olacaksın diye korkuyorum eylülüm… Ben her sabah ağlayarak uyanan eylülü istiyorum. Erkenden çıkayım sokağa ağlayan eylülümü pışpışlayayım; güldüreyim yüzünü. Akşama doğru bir yelek koşturayım sırtına.






Ağlamıyorsun artık eylülüm… Büyüdün de alıştın mı hayata? Gözyaşlarını özledim, gözyaşlarınla yıkanmayı özledim… Onları dindirmeyi özledim eylül…






Şimdiyse ne yüzün gülüyor eylül, ne de ağlıyorsun. Yorgun, bunalmış oturuyorsun köşende. Ne hızlıydın sen zamanında. Hareketinin rüzgârından yer yerinden oynardı. Yetişmek mümkün müydü sana? Bir geçtin mi yanımızdan bir an bile düşünmeden “eylül bu” derdik, “geldi işte”. Bizi bizden alıp götürürdün… Senin bu hızın, tam aksine biz de bir teslimiyet oluştururdu; bir sakinlik bir dinginlik. Heyecanını izlemek yeterdi bize evimizin kapalı camları ardında. Sokaklar senin esip gürlemenle dolup taşardı…






Sonbaharı sırtlardın. Alırdın omuzlarına ekime kasıma teslim ederdin. Sonbaharı ekime kasıma sen alıştırırdın. Şimdi yaz seni alıyor omuzlarına. Yaz tuttumu elinden teslim oluveriyorsun hemen, sığınıyorsun kucağına!






Sen sonbaharsın eylül! Sen sonbaharsın. Yaz yakışmaz sana. Yakışmıyor da eylülüm. Yaz hoyrattır. Dalgacıdır yaz. Hep güler yüzüne, gerçekleri göstermez. Yapma eylül kanma bu kadar ona. Sonbaharın boynu bükük görmüyor musun? O senin sonbaharın…






Eylül… Ağlıyor musun ne? Ağla eylülüm ağla… Geldin ya kendine, buldun ya özünü… Bu yakışır sana… Ağla sen eylülüm, ben güldürürüm yüzünü…



Sonbaharına hoş geldin eylülüm…

24 Ağustos 2009

Yücel Hoca'ya son görev...

“Ve bir yıldız daha kaydı” diye başlar sözler…

Bu sefer yıldızları “yıldız” yapan kaydı bu dünyadan…

Yürekleri burkan, boğaza o çözülemeyen düğümü oturtan haber: “Yücel Çakmaklı hoca bu dünyadan göç etti”

Ne denir ki… Bu dünyaya atılacak en güzel imzayla ölümsüzleşen, dünyalığına çalışırken ahiretini de güzelliştiren bir insan.

İnandığı değerleri ve fikirlerini dimdik duruşuyla Beyazperdeye bir nakkaş edasıyla işleyen, başarısıyla övünmeden mükafatlanan bir insan…

O koca yumruk halen daha boğazımızda… Seni unutmak mümkün değil Yücel Hocam…

Mekanın cennet olsun…

Ve ayakta alkışlanan tarihi;

1963 yılında, askerden döndükten sonra Yeni İstanbul Gazetesi'nde Tarık Buğra'nın yönettiği sayfada sinema yazıları yazmaya başladı. Bir yandan da Erman Film Stüdyoları'nda yönetmen yardımcısı olarak çalıştı.
1968'e dek 50 kadar filmde Dr. Arşevir Alınak, Osman Seden, Orhan Aksoy gibi yönetmenlere yardımcılık yaptı. İlk filmi Kâbe Yolları'nı (belgesel) yönetti.
1969'da Elif Film şirketini kurdu. Milli sinema olarak adlandırılan akıma dayalı filmler çekti.
1975-1990 arası TRT bünyesinde çalışmalarına devam etti. Kısa hikayelerden 30-70 dakika arası kısa TV filmleri yaptı.
1978'de Prag'da televizyon filmleri arasında ödül alan ilk yapım olan "Çok Sesli Bir Ölüm" ve "Çözülme" bu tarz çalışmalardır .
Tarık Dursun K.'dan Denizin Kanı, Tarık Buğra'dan Küçük Ağa ve Kuruluş gibi, roman uyarlamalarından TV dizileri gerçekleştirdi.
Necip Fazıl Kısakürek'in Bir Adam Yaratmak ve Turan Oflazoğlu'nun 4. Murad'ı gibi tiyatro eserlerinden TV oyunları yaptı.
Müzik odaklı drama olarak Hacı Arif Bey'in hayat hikâyesi ve bir Rumeli türküsünden yola çıkarak çektiği Aliş'le Zeynep sayılabilir.
Çocukluğu ve ilk gençliğinde aldığı altın tecrübelerle Türk Sinemasının en otantik yönetmenlerinden biri olmaya hak kazanan Yücel Çakmaklı, pek çok ilke imza atan ve çok değişik konuları filmleştiren çalışkan bir yönetmendir.
10 Temmuz 2008'de Devlet Üstün Hizmet Madalyasına layık görülmüştür.

(bilgilerin kaynağı: sinematurk.com)

13 Ağustos 2009

Mihr ü mâh




Mihrimah Sultan, Kanuni Sultan Süleyman’ın biricik kızıdır…
Zamanında Rüstem Paşa, Mihrimah Sultan’a talip olmuştur. Rüstem Paşa’nın bir yandan da sadrazam olma isteği vardır.

Devlet münasebetleri de göz önünde bulundurularak Sultanımız politik bir evlilikle Rüstem paşa ile evlendirilir…

Hürrem Sultan’ın da desteği ile Rüstem Paşa, Süleyman ve Hüsrev Paşaları ekarte ederek 1544 yılında Sadrazam olur. Sadrazam, tüm vaktini ve enerjisini devlet işlerine verdiği, karısıyla gereği gibi ilgilenemediği için, kudretli hükümdarın kızı da kendini hayır işlerine verir. Özellikle, adına yaptırılan iki büyük külliyenin yapımıyla geçirir vaktini: Üsküdar’daki, etek giymiş bir hanım görünümündeki Mihrimah Sultan Camii (İskele Camii) ve gün ışığının her köşede adeta dans ettiği kadınsı edalı Edirnekapı Camii. (Mihrimah Sultan’ın statüsü iki minareli cami yaptırmaya yetmesine rağmen, yalnızlığını simgelemesi anlamında tek minareli yapılmıştır bu cami!)

En büyük şansı da Koca Sinan'ın mimarbaşı olmasıdır elbette... Mimar Sinan, en uygun yerlere en uygun camiyi -padişahın izni ve emriyle- dünya üzerinde eşi benzeri görülmemiş bir sihirli simetriyle yapıvermektedir Mihrimah için! Sihirli kısmını anlatayım... Üsküdar’daki Mihrimah Sultan Camii ile Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan Camii’ni aynı anda görebileceğiniz bir yer tespit edin. Günbatımında (elbette, yılın sadece bir gününde) göreceğiniz muhteşem manzara şudur: Edirnekapı Camii’nin tek minaresinin arkasından güneş batarken, Üsküdar’daki caminin minareleri arasından ay doğmaktadır! “Bu nasıl bir hesaplama, bu nasıl bir estetik anlayışıdır!” dediğinizi duyar gibiyim...

Mimarbaşı, Mihrimah Sultan’a kalbî bir yakınlık duymasaydı; acaba bu harika uyumu yapabilir miydi? Hele bir de Mihr ü mâh, Farsça güneş ve ay anlamına geliyorsa!
Mimar Sinan ki padişahlara bile bu kadar ayrıcalık sunmamışken…

“Ey aşk” dedirtiyor insana değil mi?

Esinlenme: anafilya.org

12 Ağustos 2009

BUGÜNden...


TAN VAKTİNİ BEKLEMEK... GÖZYAŞIYLA, SABIRLA AMA UMUTLA...
GECENİN EN KOYU OLDUĞU O ANDA IŞIĞIN EN GÜZELİNİ BEKLEMEK...
BİR ANDA IŞIĞIN YEŞERMESİNİ BEKLEMEK...
TAN VAKTİNİ BEKLEMEK...
DUALARLA...

10 Ağustos 2009

Annem Söylemişti


Annem söylemişti…
Annem hep derdi zaten…

Bu aralar, olmayacağını bildiğim bir şeyi deli gibi istiyorum… Bunun yokluğunu çekeceğimi söylerdi zaten annem hep… Bir kız kardeş ya da bir abla. “yeri ayrıdır” derlerdi. Öyleymiş… Eve gidip de odama kapandığım zaman hiç sahip olmadığım o sesi arıyorum. Heyecanla bir şeyler anlatmak istiyorum ya da odasına izinsizce dalıp boynuna sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyorum. O bir kardeş hem de kız! Hiçbir şey anlatmasam da anlar nasıl olsa halimden. Canımın sıkkın olduğu zamanlar minnetsizce bütün vaktini bana ayırmasını isteyebileceğim bir kız kardeş.

Geceleri evde herkes uyuduktan sonra balkonda karşılıklı kahve içebileceğim, derdini dinleyip dert anlatabileceğim biri. Aklımıza esen her gecede pijama partisi yapabilme özgürlüğü:).

Dört kız kardeşi olan annem derdi hep “bir kızın kız kardeşi olması farklıdır” diye. Her şeyde olduğu gibi tek olmayı seven ben itiraz edip “ben halimden memnunum, çekemezdim bir kızı daha” derdim hep.

Evimizde bir abla istiyorum, vaktini bana ayıracak, gerektiğinde benim vaktimi çalacak… Kıyafetlerimiz karışacağı, kavga edeceğim ama gecenin bir vakti elimde kahve gözümde yaşla uykusunu rahatlıkla bölebileceğim bir abla…

Annem hep der zaten…
Neden annem hep haklı çıkar ki zaten…

9 Nisan 2009

kıskanç değilim ki...


Ben kıskanç biri değilim ki… Kıskanmak benim tabiatımda yok. Her olaya ve her gelişmeye içtenlikle gülümseyerek bakar, herkes adına mutlu olabilirim.

Şu ayrımı yapmak gerekir ama “sevdiğini kıskanmak” bu tezime dâhil değil elbette. Gerektiğinde kıskançlıktan tırnaklarını çıkartmış bir kediye, dahası pençelerini hazırlamış bir pantere de dönüşebilirim…

Ama benim kurduğum hayallere benden daha az çaba sarf ederek kavuşanları neden kıskanayım ki?

Benim sindire sindire çıkmaya çalıştığım merdivenleri, bir başkası gelip beni omzumdan itekleyip 3’er 4’er tırmanmışsa ne olur ki sanki? Ya da ben sessiz sessiz ağlarken sevinç çığlıklarıyla biri yanımdan sıyrılıp geçince neden içimi kemirsin ki kıskançlık duygularım…

Vermek istediğim haberleri, bir başkasından duyunca damarım neden atmaya başlasın…
Allah aşkına ben kıskanç biri miyim?

Elbette kıskanç biri değilim. Kafa kafaya vermiş gelecek hakkında benim de kurup kavuşmak için terler döktüğüm bir hayale benden önce kavuşan ve bunun hakkında konuşan iki can ciğer arkadaşımın muhabbetini durmadan iş sorarak keser miyim hiç?

Ben kıskanacak değil, kıskanılacak biriyim…

Öyle eften püften şeyler bana böyle bir yazı yazdırtamaz ki…

Dedim ya kıskanmak benim tabiatımda yok:)

3 Nisan 2009

BENİM PERDEM

PERDENİN KAHRAMANLARI

Ne güzel olurdu değil mi bir çığlığımızla yanımızda bitiverecek bir kahraman? Gücünden şüphe etmeyeceğimiz, her işin üstesinden gelen, nerede ve ne zaman olursa olsun bizi yalnız bırakmayacağını bildiğimiz bir süper güç…

Ya da bir kahraman olabilmek güzel olmaz mıydı? Herkesin imdadına yetişebilecek, hayallerini süsleyecek, gizemiyle dikkatleri üzerine çekecek ve hakkında efsaneler anlatılacak bir süper kahraman…

Herkesin bir kahramanı vardır elbette… Bu kahramanlar bir zamanlar çizgi romanlarda boy gösterirken sonraları beyazperdede hayranlarının karşısına çıkmaya başladı.

Örümcek adam, süperman, batman, zorro ve spirit bunlardan birkaçı.

Çok küçük farklılıkları olsa da hepsinin amacı aynı; kötülerin karşısında, iyilerin yanında olmak.

Kahramanlarımızın maskeleri ya da kostümleri olmazsa olmazlarıdır. Süpermen ne olursa olsun bir kulübeye girip kostüm değiştirmeden gidemez hiçbir yere. Kostümleri olmasa bile Zorro, spirit ve batman gibi kahramanlar yüzlerini maskeleriyle mutlaka gizlerler.

Kahramanlarımız çift kişilikli bir hayat yaşarlar. Günlerinin “kahraman” olmadıkları zamanlarında bir kahramana oldukça tezat düşecek özellikleri vardır. Örümcek adam ve süperman, maskesinin altında kendine güveni olmayan biri, zorro bir sokak serserisidir. The spirit bu açıdan farklılık gösteren bir kahramandır çünkü o maskeliyken de maskesizken de bir dedektiftir.

Süper kahramanların süper güçlerine gelince, en önemlisi uçmalarıdır. Uçamasalar bile yükseklere tırmanmaktan, çatıdan çatıya atlamaktan asla çekinmezler. Korkusuzdurlar. 6. hisleri çok kuvvetlidir nerede bir olay var hemen hissederler. Her imdat sesine yetişirler.

Süper kahraman olmak aşka engel değil elbette. Her kahramanın uzaktan uzağa sevdiği, kimliğini gizlemek zorunda kaldığı bir kadın vardır. İzleyicilerin “ne şanslı” diye düşündükleri kadınlar kimi zaman bu “şans”ın farkındayken kimi zamansa haberleri bile olmaz…

Kahraman… Aslında kendi kahramanını herkes kendi belirler. Bir düşünsenize, sizin de içinizde gizli tuttuğunuz bir kahramanınız yok mu?

Belki de farkında değilsiniz, kahramanınız yanıbaşınızdadır...
Ya da farkında olmadan 'bir'inin kahramanısınızdır...

28 Mart 2009

BEYAZPERDE








Kucağında bir bebeğin, sevdiğin adamın ve kızının babasının ölümünü izlemek… Bunların hepsini aynı anda, aynı kişide izlemek…

Benjamin Button’ın tuhaf hikayesi…

İzlenmesi fakat asla empati yapılmaması gereken bir film…

Muhsin Yazıcıoğlu


Ve başımız sağolsun…

Elim bir türlü yazmaya gitmedi. Ne zaman otursam bilgisayarımın başına hep bir bahane buldu yüreğim, kalktım ve erteledim bu yazıyı…

Belki de olmasını istediğim son ama tek umut gerçekleşiverir diye “biraz daha bekle” dedim kendime… Olmadı… Ama olmadı…

Her son dakika haberinde küt küt attı yüreğim… Başlıklar belirdi gözümün önünde, spikerin mutlu, heyecanlı yüzünü hayal ettim… Hayaldi ama hepsi. Gerçekleşemeyecek bir hayal…

“Enkaz bulundu” haberini verdiler önce. “İyi haberi mi istersin önce kötü haberi mi” diye sormadan “enkaz bulundu” müjdesini verdiler. Televizyonun başına toplandık. İlginçti o an hissedilenler. Bir gün öncesinde “vefat etmiş” olması ihtimalinin üzerine, yayıncılıkta “önceliği” yakalamak için bir “muhsin yazıcıoğlu” dosyası tüm çalışanlar seferber edilerek hazırlanmıştı bile. Arşivi didiklemiş, tüm programcılardan yapılan röportajları toplamıştık. Vtr hazırdı. Televizyonun önünde son dakika haberini izliyorduk. Yüreğimizde “yaşıyor” haberini almak geçerken elimizde “başımız sağolsun” kaseti hazırdı. O an o vtr yi hazırlamak için yapılan tüm çabaların boşa çıkmasını tüm çalışanlar yürekten istiyorduk!!

Ama takdir-i ilahi… Kaset akşamına yayına girdi…

Başımız sağolsun…

Bir güzel yürek daha daimi âleme göç etti… Rabbim mekânını nur eylesin…

19 Mart 2009

TUT ELLERİMDEN


Sırat'tan incedir sevda köprüsü
Beraber geçelim tut ellerimden.
Niyet ak güvercin, vuslat gökyüzü
Beraber uçalım tut ellerimden
*****
Gönüldeki birlik kalkandır dışa
Aldırma ayaza, yele, yağışa
Giden ilkbahara, gelecek kışa
Beraber göçelim tut ellerimden.
*****
Birleşmek üzredir şafakla gurûp
Korku beklenilmez kapıda durup
İster zehir olsun, isterse şurup
Beraber içelim tut ellerimden.
*****
Çağır hayallerin en ötesini
Yakından duyarsın aşkın sesini
Sonsuz mutluluğun penceresini
Beraber açalım tut ellerimden.
*****
Hatırla kaybolan hatıraları
Elmastan ışıklı, altundan sarı
Zaman tortusundan işte onları
Beraber seçelim tut ellerimden.
*****
Şüphe "başlangıç"tır, karar "nihayet"
Zamanı zamana etme şikayet
Kaçmak kurtuluştur diyorsan şayet
Beraber kaçalım tut ellerimden.
...Abdurrahim Karakoç...

16 Mart 2009

BEYAZPERDE

oscar ödülleriyle ilgili bir dosya hazırlarken epey söylenmiştim "aynı filme bu kadar ödül verilir mi canım? iyice suyunu çıkardılar" diye...


hatta öyle ki, o dosyayı yapmak zorunda olmasam oscar törenini protesto amaçlı olarak ilgilenmeyecektim haberleriyle... ( bu durum tavşanın dağa küsmesinden farklı olmasa da kararlıydım:) )



ne de olsa hepi topu bir bilgi yarışmasında herşeyi bilebilen bir çocuğun hikayesiydi... ne aksiyon vardı ne de hayret ettirecek efektler...



ama yine de merak işte... filmi izlemeden duramadım. bahanem de hazırdı "filmin müzikleri filmi izlemem için beni çekti:)" (şaka maka cidden müzikler harika)



velhasılı kelam MİLYONER'i bir solukta izledim:) sonunda tatlı bir huzur, yürek dolusu bir cesaret ve gözlerimde bir iki damla yaş vardı...



sonunda gördüm ki ödüllerin ne için verildiğini anlamaya çalışmam boşaçabaymış... hissetmek gerekiyormuş...



teşekkürler Danny Boyle ve Loveleen Tandan

26 Şubat 2009

YETER ÇIĞLIĞI




İçten içe bir yeter çığlığı! Zamanı geçmiş bir çığlık, çoğunluğunu yitirmiş, gücünü bitirmiş, umudunu kesmiş öylesine bir yeter çığlığı…

Böyle mi sonuçlanacaktı direnişler?

Bir bir vazgeçtik davamızdan!!!!
Davamızın ne olduğunu unuttuk, bu işin davası yok gibi alıştık herşeye…
Şimdi ben ağlarken ucundan taviz vermemek için daha doğrusu verdiğim tavizleri azaltmak için çırpınırken; davadaşım sandığım, çırpınışlarımı “olayı büyütmek” olarak nitelendiriyor!
Yorulduk… Yoruldum ve biliyorum ki benden bizden daha çok yorulanlar var…
Dava için savaşmaktan değil; dava için savaşırken bir bir yalnız kaldığımız için yorulduk ve bir bir yalnız bıraktığımız için yorduk!

Tavizler zincirinde öyle yalancıktan bir dünya kurduk ki bir kısıtlamanın içinde değilmişiz gibi yaşamaya başladık.
Onların dediği gibi gerçekten suçlu saymaya başladık kendimizi…
“Ben bunu seçtiysem sonuçlarına da katlanmalıyım” ı empoze ettiler hayatımıza, biz de boyun eğdik kuzu kuzu.

İslamın gereği olduğunu unuttuk, sosyal bir sınıfın tarzı olarak kabullendik duruşumuzu. Kişisel bir tarz dedik çıktık ortaya!
Şimdi oturmuş siz halledemediniz bu problemi o halletsin diye ahkâm kesiyoruz…
Peki, biz bu problemin düzelmesini hakettik mi?
“Rabbim 2 yıl savaştım, 3 yıl da dua ettim ben üstüme düşeni yaptım” üstümüze düşen görev bu kadar mıydı?
“Ben senin kulundan korktum, kılıfına uydurdum, Allah affeder dedim tavizler denizine daldım! Bu hayatı senin bana verdiğini unuttum, geleceğimin olup olmayacağının senin elinde olduğunu unuttum, kariyerimi bir saniyede hiç olmamışa çevirecek büyüklüğünü anlamadım! Hayatım için, geleceğimi kurtarmak için, kariyer yapmak için senin emrini kulak ardı ettim. Şimdi oturup bu işe bir çözüm bulamayanları mı suçlayayım kendimi mi?”

Rabbim ya hatamız haddinden büyük bu çile gitmiyor başımızdan ya da çektiğimiz çile sonunda vereceğin mükafat büyük bitmiyor bu sınav!!!
Rabbim senden gelen herşey güzel; bu yokuşların inişlerini de hayr eyle!! Bizim gözümüzü de gönlümüzü de artık açık eyle!!


23 Şubat 2009

ÖLÜMÜM






Ölümüm yakındır; kapı komsumda,2 sokak ötede, yan mahallede…



Ölümüm yakındır; gözleri gözlerimde, nefesi ensemde, sesi kulağımda…



Ölümüm yakındır; odamın bir köşesinde, masamın üstünde, yatağımın içinde…



Ölümüm yakndır; en son gülüşümde, kuruyan gözyaşımda, ağzımdan çıkan en derin “of”ta…



Ölümüm yakındır; son uyuyuşumda, en tatlı rüyamda, başka bir âleme göz açışımda…



Ölümüm yakındır; son kalp kırışımda, son kalp kırılışımda, son affımda…



Ölümüm yakındır; kapımdaki tek el silah sesinde!!!




Ölüm vakti gelmiştir; ardımdan akacak gözyaşlarını bitirince…




Ölüm vakti gelmiştir; son tövbemi edişimde…




Ölüm vakti gelmiştir; bu kalp artık işe yaramaz hale gelince…




Saat mi çalıyor? Vakit mi geldi ne?

12 Şubat 2009

UYUMAK İSTİYORUM

iki yıldız arası göğe asılı hamak...
uyku, uyku... zamansız ve mekansız, uyumak.

uyumak istiyorum; başım bir cenk meydanı;
harfsiz ve kelimesiz düşünmek yaradanı.

ilgisizlik, herşeyden kesilmiş ilgisizlik;
bilmeyiş ki, en büyük ilme denk bilgisizlik.

usandım boş yere hep gitmelerden, gelmelerden;
bırakın uyuyayım, yandım kelimelerden!

göz kapaklarımda gün, kapkara bir kızıllık;
kulağımda tarihin çıkrık sesi, bin yıllık.

bir yurt ki bu, diriler ölü, ölüler diri;
raflarda toza batmış peygamberlerden bildiri.

her gün yalnız namazdan namaza uyanayım;
bir dilim kuru ekmek; acı suya banayım!

ve tekrar uyuyayım ve kalkayım ezanla!
yaşaya dursun insan, hayat dediği zanla...

N. F. KISAKÜREK

9 Şubat 2009

bir dostun yüreğinden




Yüreğimin sızısı yağmur olur akar gözlerimden sen yokken
Sen yokken düşen her damlam; bir sonrakinin artcısıdır aslında
Ardarda gelir tüm depremler ..
İ nceden inceye sarsar ve yıkar ne var ne yoksa
Sen yokken olur tüm bunlar ..tüm sızlanışlar yokuluğuna olur


Yağmur söndürmeye yetmiyor içimdekileri..
Dağılanları toplamıyor hiçbir cümle..
Yetmiyor tuttuğum nefesi geri bırakmama
Tuttum nefesimi ben.. sayıyorum içimden sen gelene kadar
Nefessiz ne kadar yaşarsa insan..Oraya kadar yaşamaktır bana kalan..



Benden … içimden… Gözlerimin yağmuruna
… b. sevinç ...

28 Ocak 2009

LALEye MEKTUP...

Gençsin daha lale, körpeciksin… Hayat dolusun lale. Dimdik duruyorsun. Küçüksün daha lale, imtihanlarla karşılaşmamışsın. Çaresiz kalmamış yüreğin. Yol ayrımlarını tanımamışsın…






Ne kadar güzelsin lale, ne kadar zarif… Bakmaya doyamıyor gözler. Sen de farkındasın, daha da bir güzelleşiyorsun gözler sana döndükçe…

Ne kadar umutlusun lale… Güneş hissettirmeye görsün kendini hemen açıyorsun yapraklarını hevesle. Baharın haberini alır almaz güneşine kavuşmak için zorluyorsun toprağını, umutla koşuyorsun yeryüzüne…







Rengin ne kadar güzel lale… Ne kadar canlı. Nekadar can alıcı. Hazan görmemişsin sen hiç lale, rengini soldurmaya yetişememiş hiçbir hazan…



Sabırlısın lale… Her baharı bekliyorsun. Her bahar “yine yeniden” diyorsun hayata. Usul usul, acele etmeden şaşırtıyorsun bizi. Tadını çıkartıyorsun havaya ve güneşe ulaşabildiğin her anın. Telaşeyle değil ama… Yavaş yavaş, sindire sindire… Sanki bahara kadar soğanında bekleyen sen değilsin. Nasıl sabırlısın lale… Nasıl bu kadar sabırlısın…


Ahh lale… Ulaşabilsem sana. Olabilsem sen gibi. Ahh lale “pembe”n kadar heyecanlı, “kırmızı”n kadar can alıcı, “sarı”n kadar iç açıcı ve “beyaz”ın kadar masum… Beyaz kadar masum, beyaz kadar saf, beyaz kadar sade… Beyaz… Beyaz lale… Ahh olabilsem ben de bir “beyaz lale”.





Lalezardaki tek “beyaz lale”

26 Ocak 2009

Ben Yokum Beni Karıştırmayın


odalar dolusu kitap

bunca basılı kağıt

akıl ve selüloz karışımı

hamurdan yoğrulmuş kafalarımız ;

mezarlarınıza kapanmış konuşuyorsunuz

vıdı vıdı konuşacaksınız


melekler perçemlerinizden tutuncaya kadar

kurtların , böceklerin çeneleriyle…


ben yokum beni karıştırmayın:

kulaklarımı balçıkla sıvadım ben ,

-yukarıdakiler de dualarınıza, aminlerinize…


vıdı vıdı vıdı vıdı..

bunca sözü nereden buluyorsunuz?

ne kadar çok şey istiyorsunuz

ne kadar çok şey biliyorsunuz

mezar taşlarından, kitabelerden çok…


ayıp, ayıp!...

tanrı konuşmak için

sizin susmanızı bekliyor.


Cahit Koytak




biraz geç mi kaldım bilmiyorum...

cahit koytak şiirleriyle tanışmak için...

son kıtayı duydum çok sevdiğim bir insanın ağzından...

sonra başladım kazar misali interneti didiklemeye...

daldım "cahit koytak" deryasına sürükleniyorum bakalım...

hayrola...
Related Posts with Thumbnails