sayfalar

28 Şubat 2010

Asker

Bir yolculuk daha geldi geçti…
Bu gözler bir şehri daha gördü…

Abimin yemin töreni dolayısıyla Samsun’daydık. Günübirlik yapılan seyahat oldukça yorucu geçti. Hava değişikliğinin şu sıralar bana iyi geleceğini düşünerek hevesle bekledim yolculuk gününü ama umduğum gibi olmadı. Vücudumun ve metabolizmamın sarsılan dengesini iyice bozdu.

Samsun güzel şehir. En azından içinde deniz olan bir şehir. Havası biz Ankara insanlarına biraz ters. Biz ayaza alışmışız, kuru soğuğa. Bir şehirde deniz oldu mu insanın içine işliyor havası da soğuğu da. Ankara pat diye insanın yüzüne çarpar ayazını soğuğunu. İlk başta üşürsün, sonra alışır gibi olursun… Ama deniz oldu mu bir şehirde üşütmeyecek gibi geliyor havası. İnceden inceye, tabir yerindeyse pusuya yata yata sarıyor soğukluğu. Üşüdükçe üşüyor insan, alışamıyor soğuğa, alıştım sandıkça daha da üşüyor. Yine de herşeye rağmen deniz varsa bir şehirde tutsak ediyor insanı kendisine…


Yol herzamanki yoldu benim için… Ağaçlar arabamızın yanından hızla geçtikçe, kilometreler ardımızda sıralandıkça beynimdeki düşünceler o denli hızlı birikiyorlar. İç hesaplaşmalar, kar zarar hesapları, doğrular yanlışlar, iyikiler keşkeler… derken bu yükü kaldıramayacağımı kabul edip uykuya daldım acizce. Delikanlılık kavgadan kaçmaktaymış ya, o hesap.

Samsun’un yeni doğmuş güneşi ile uyandım. Soğuk bir benzin istasyonunda köy kahvaltısı ile ayıldım. Karadenizin neresi olursa olsun bir başka güzel, yeşili bir ayrı yeşil…

Ülkemin içinde bazı yerlere gitmek benim için yurt dışına çıkmaktan daha bir ütopyadır. Mantıklı bir sebebi yok… Öyle bir kabulleniş. O ütopyalardan biri de ‘Karadeniz’dir. Samsun’dan şöyle bir geçivermekle Karadeniz’i gezdim demek haksızlık olur ama yine de Karadeniz’e bir günlük bile bir kenarından uğramış olmak çok heyecanlandırdı beni.

Bu heyecanın içinde bir aydır özlediğim abimi görecek olmam ve hatta subay kıyafetleri içinde görecek olmam da vardı elbette…

Adresi takip et, yolu bul kaybet derken, Askeriye’yi bulduk. “Sahra Sıhhiye Komutanlığı.”

Askeriyenin gözüne iğnelerimiz yine battı tabi ki.

Bir tepelikte olan tören alanında meraklı bekleyiş başladı. Samsun’un o bahsettiğim soğuğu bizi sarıp üşümeye başlarken, heyecanın soğukluğu da körükledi, yerimizde duramaz olduk.

Ve yaş ortalaması 30 olan körpe(!) askerler göründü. “Herşey vatan için” “Ne mutlu Türküm diyene” diye bağıran, rap rap sesleriyle 300 kişi sislerin arasından çıkıp geldi.

Gözlerim doldu… Asker olmaları değildi ağlatan… Her birinin en az 2 yaşında birer çocuğu var. Anneler “bak baban el salla babana” diye teselli etmeye çalışırken çocuklar koşup babalarına sarılamadıkları için hırçın bir ağlamanın içindeydiler. Bir aydır özlem var hem eşlerde hem çocuklarda… Anne babalar biraz daha dirayetli ama… eşler ve çocuklar…

Tören başladı, konuşmalar yapıldı, silahlarla arkadaş durulup vatanı ne pahasına olursa olsun ölmeyi bile göze alarak korumaya yemin edildi.

Komutanın konuşması hala daha kulaklarımda. “Asker” olmak ruhuna kadar işlemiş olan tecrübe şöyle konuştu: “Evlatlarım, unutmayın merhametten maraz doğar. Saygınlığınızı yitirmeyin, sevginizi de eksiltmeyin!” Asker olmak böyle bir şey…

Asker kuzumuzu subay olarak 15 günlüğüne ödünç aldık…

Bir daha kimbilir ne zaman göreceğimiz Samsun’u öylesine dolanıp, bir aydır Ankarasına hasret kalan abimi yuvasına kavuşturduk.

Kandile denk gelen yolculuğumuzda yolcu duası kabul olur inancıyla uykumda, uyanıklığımda durmadan dua ettim…

… Darısı askerliğini yapmamış olanların başına… Tez zamanda, hayrlarla…

25 Şubat 2010

BUGÜNden...


Evde mis gibi helva kokusu...
Kandillerin en güzel kokusu...
Tabaklara konup komşulara verilmek üzere hazır bile. Arada bir de ağıza atılanlarla mide de dolduruldu...

Kandilin layıkıyla geçmesi ve edilen duaların hayrlarla bizleri bulması dileğiyle...



Dönüşüm

Konusu hakkında hiçbir fikrim olmadığı halde bir anda okuduğum bir kitap; “DÖNÜŞÜM”. Yazarı Franz Kafka.


Bir iş dönüşü otobüste boş boş sağa sola bakınırken, çantamda duran kitaba gitti aklım. Hiç düşünmeden otonom bir şekilde açtım okumaya başladım.


Yalnız bir kitabı ilk defa böyle okuyorum… Önsöz, yazarın düşünceleri, çevirmenin önsözü hepsini atladığım gibi öyküye daldım. Bu yaptığımı normalde kitaba yapılmış bir hakaret olarak görürüm.


Düşünsenize bir arkadaşınızla çay içip sohbet etmeye, dertleşmeye gidiyorsunuz; hal hatır kısmına tam girdiğinizde karşınızdaki kişi size “hadi hadi konuya gel, çabuk ol” diyor. Çantamı kafasına yerdi kesin.


Önsözü (v.b. kısımları) atlamak da kitaba yapılmış bir ayıptır bence. Ve itiraf ediyorum ben bu kitaba o ayıbı yaptım…


İlginç bir öyküsü var. Öyküye dalmadan önce yeni yeni girmişken konuya durup bir “nasıl yani?” dedim. Sonrasında sardı götürdü hikaye.


İnce ince tarifini yapamadığım mesajlar aldım kitaptan. Öyle tarifsizdiler ki altlarını bile çizmedim… Aynı fikirde olup olmadığım bile meçhul…


İşte o cümlecikler:


*(evin oğlunun –Gregor- dönüşümünden sonra, odasında bir iki değişiklik yapılmasına gerek duyan anne ve kız arasında geçen konuşmada annenin sözü)… “Bence en iyisi, odayı eskiden nasıl idiyse aynen öyle korumaya çalışmamızdır, böylece Gregor yine aramıza döndüğünde her şeyi eskisi gibi bulur, arada olup bitenleri unutması da o ölçüde kolaylaşır.”


*(bu gelişmeden sonra umutlar daha da azalınca bu sefer baba ve kız konuşurlar. Ve kızın sözleri)… “Buradan gitmeli… Tek çare bu, baba. Ama onun Gregor olduğu düşüncesini kafandan atman gerek. Bizim asıl felaketimiz, bunca zaman bu düşünceye inanmış olmamız. Fakat o nasıl Gregor olabilir ki? Gregor olsaydı eğer, insanların böyle bir hayvanla birlikte yaşamalarının olanaksızlığını çoktan anlar ve kendiliğinden çekip giderdi…”



Hal Hatır


Hiç mi değişmez bir insan?
Bugünün hayret cümlesi bu idi…

Aslında değişen çok şey vardı hayatlarda. Yıllar geçmiş yetmez mi? İşler değişmiş, mevkiler yükselmiş, sıfatlar çoğalmış… Hayatlar bambaşka olmuş.

Yaşanılanlar bir bir anlatılmasa bile karşılıklı tahmin ediliyor elbette. Hem de öyle tahminler ki “kesin…” diye başlanıyor cümleye, “zaten sen…” diye son veriliyor.

Bir telefon sonrasında “bu kez ertelemeyeceğim” diyerek kalktım, eskilerden bir dostun yanına gittim.

Radyo On’da Raşit Yıldırım’ın misafiri oldum. Öğrencisi sayılırım. Okuldan mezun olmuş, “bir yerlere gelmiş” de gurur duyulmasını bekler bir edayla oturdum karşısında.

Şamata programı sebebiyle tanıştık. Sonrasında TRT 1 de Ayşenur Yazıcı ile beraber yapılan programın ardından, Şebnem Yiğit ile beraber Ademler ve Havvalar programında izledik. TRT her açıldığında, Her Türk vatandaşı gibi tanıdığı ekrana çıkınca “ya Raşit bu yaa…” diye başlardım söze:)

Ve ben kendi hayat telaşemin içinde kaybolmaya başlarken Raşit birçok projeye imza atmış. Şimdi Aşk fm’de ve Radyo On’da yaptığı programlarla yakaladım tekrar onu…

Bir insan hiç mi değişmez? Aynı çatı altında, aynı projede çalıştık. Bugün tekrar biraraya gelince “az değil, bir sene” dedik, güldük. O kadar proje, ekran, radyo, gazete görüşmediğimiz onca yılda araya girenler… Ama onun gülüşü hala samimi…

Değişmemiş hiç Raşit…
Başarılarını inceden bir gururla takibe devam…

23 Şubat 2010

BUGÜNden...


Bir gün dönüp bakınca düşler
İçmiş olursa yudum yudum yıllarını
Ağla ağla firuze ağla...Anlat;

Bir zaman ne dayanılmaz güzellikte olduğunu

Kiskanır rengini baharda yeşiller

Sevda büyüsü gibisin sen Firuze

Sen nazlı bir çiçek bir orman kuytusu

Hüzün büğüsü gibisin sen Firuze

Duru bir su gibi bazen volkan gibi
Bazen bir deli rüzgar gibi

Gözlerinde telaş yıllar sence yavaş

Acelen ne bekle Firuze

Acılı bir bakış yerleşirse eğer

Kirpiğinin ucundan göz bebeğine

Herşeyin bedeli var güzelliğinin de
Bir gün gelir ödenir, öde Firuze...

Sezen Aksu, git başımdan!!

16 Şubat 2010

Sevgililer Günü


Bitti ve üzerinden günler de geçti Aziz Valentine’i doludizgin anılan gün…


Büyümeden önce “o gün” Sütkuzenim ile çıkar gezerdik, tüm sevgililerle dalga geçerek:)


Büyüyüp de “sevgili” kelimesi varlığı ile ya da yokluğu ile sol tarafımızda bir yerimize inceden inceye dokunmaya başladıkça bu buluşmaları unutur olduk. Beraber aldığımız bir karar değildi ama sanki anlaşmışız gibi bir anda kestik 14 Şubat yaklaşmaya başladıkça birbirimizle plan yapmayı.


Sütkuzenim ile buluşup gezdiğimiz sıralar dikkatimi 14 şubatı sadece “liseli” ve “yeni üniversiteli” gençlerin kutladığı çekmişti… “Ayağa düştü canım bu 14 Şubat iyice” dedirttiriyordu.


Bu yıl 14 Şubat’ta mecburiyetten dışarı çıkmam gerekti. Şöyle etrafıma gelene geçene baktım da elinde güller olan hanımlara, eşine hayran hayran bakan beylere, kol kola girmiş, el ele tutuşmuş çiftlere… 14 Şubat’ın reklamı bu sene daha da etkili yapılmış ülkemde. Yaş ortalaması artmıştı. Hatta 60 yaşlarında bir çift bir avm’de sevgililer günü dolayısıyla yapılan etkinlikte bir yarışma için sahnedelerdi. Onlardan bir önce de liseli çift çıkmıştı sahneye:)


Hayatın gitgide “maddesel” bir döngüye girdiği, ekonomik krizler, garip hastalıklar, yapay besinler, daha çok metaryelle geçen hayatımızda insanlar “maneviyat”a acıkmışlar çok belli… 14 Şubat’ı, Aziz Valentine’in ruhunu şâd etmek için değil de beraber vakit geçirmek için bir bahane olarak gördüğümüzü fark ettim. Dedim ya “bu sene 14 Şubat’ın reklamı daha etkili yapılmış” diye. Belki eskisinden daha fazla yapılmadı reklam ama tam da yerinden vurdular insanları. “Bari bugün birbirinize sevdiğinizi söyleyin.” Hiç olmazsa bugün, hiç olmazsa birgün…


n 14 Şubat’a ters pencereden bakan bir söyleşideydim.Aşkı ve sevgiyi anlattılar farklı kollardan. Turuncu Dergisi yazarlarının katıldığı söyleşi sonrasında hafızamda kalan cümle “Sevgililer günü, Leyla ile Mecnun’unu artık kaybetmiş bir dönemin günüdür.” oldu. Bu cümleyi –fazla değil- 1 gece uzun uzun düşünün. Çok derin manalar çıkacağına eminim…

7 Şubat 2010

BEYAZ PERDE



KANAL-İ-ZASYON




Kanalize olduk biz de:)
Geçenlerde bir gece arkadaş toplantısında film izleyelim diye tutturduk… Elimizde olan filmlere şöyle bir göz attığımızda içlerinide ortamı neşelendirmesini umduğumuz tek film “Kanalizasyon” çıktı. (arkadaşlardan biri sebebini anlamadığım bir şekilde Türk filmi izlyelim diye tutturdu)

Filmi gösterime girdiğinde de çok merak etmiştim. Bir televizyoncu olarak izlemem gerekiyordu belki de :)

Şaka bir yana Kanalizasyon gerçekten “güldürdü” hepimizi de. Güldürürken keyf de aldırdı hatta. Son zamanlarda küfür ve belden aşağı esprilerle güldürmeyi amaç edinen Türk filmleri yüzünden Türk komedisinden korkar olmuştum.

Kanalizasyonda da küfür yok değil. Mahallede bir çocuğun ağzında duysanız yüzünüzü buruşturarak bakacağınız küfürler beyaz perdede o “koca” adamların ağzına yerleşiverince nedense gülmekten kırılıyoruz. Fakat Kanalizasyon’da bir farklılık vardı. Film küfürlere güldürmeyi amaç edinmemiş.


Okan Bayülgen’in oyunculuğu mükemmeldi. Pamuk Prensesi izleyişi hala daha güldürüyor beni.

Filmi izledikten sonra Kanal D’de Disko Kral’ı başlamıştı. İşin komik tarafı Okan’ı öyle bir rolde gördükten sonra Okan’ın normal haline alışmak epey zor oldu :)
Related Posts with Thumbnails