sayfalar

28 Eylül 2009

İyi ki Doğdun...


Kısacık bir gecikmeyle “iyi ki doğdun Lalezarım”

1 yılı devirmiş gencecik bir bahçesin artık… Rengârenk lalelerin, her tattan anıların var. ‘Lale’derenlerin, ziyaretçilerin…

Dileğim; daha da büyüsün çevren, lalelerine lale katasın ki lalezarlığına yakışasın…

İyi ki doğdun Lalezarım…

3 Eylül 2009

'Hayat Güzel'(miş)dir


En keyif aldığım şeylerden biri de kütüphanemin başına geçip okuduğum kitapları süzmektir. Okumayı çok seven ama sevdiğim kadar da yavaş okuyan biriyim.






Gariban çocuklar çok sevdikleri şekerlemeleri, çikolataları ya da dondurmalarını hiiiç bitmesin diye minik minik ısıra ısıra yerler ya... O misal ben de minik minik okurum kitaplarımı. Aslında gariban değil aksine zengin ve açgözlüyüm kitap konusunda:) Bir raf daha hiç okumadığım kitaplarım vardır sıkış tıkış yerleştirdiğim...


Bu akşam da şöyle bir kitaplığımın başına geçtim. Göğsüm kabarık okuduğum kitaplara baktım... Çocuklarıma hatta torunlarıma gösterip övünürken takınacağım eda şimdiden geldi oturdu üzerime:)

Kitap okumanın en keyifli yanı da okurken kitabı, köşesine berisine küçük küçük notlar almaktır kitabın... Okuduğumla alakalı olsun olmasın. O anı hatırlatır ya bana, yeter. Fakat dışarının sözlerinden etkilendiğim yaşlarda kimi "bilgin" sandıklarım; "aman ha kitaplarına iyi bak onları yıpratma" demişlerdi. Ben de o sözü dinlemek için bir ara kitaplarımda içime işleyen sözlerin altını çizmez, kitapla çene yarıştırır misali sağına soluna not almaz olmuştum. (Ne yazık o vakitte okuduğum kitaplara...)


Başta söylediğim kütüphanemin karşısına geçip göğsüm kabara kabara izlediğim kitaplarımdan bir tanesini aldım elime. Kitabın altı çizili yerlerini okuyup, kitabı okuduğum tarihe dönücem güya...

Bir sayfa, iki sayfa, on sayfa ve daha fazlası derken bir baktım hiç not, altı çizili paragraf yok...


Yüzüm düştü, hayalimde yanıma oturttuğum çocuklarıma, torunlarıma karşı mahcup oldum, yüzüm kızardı... Derkeeen bir baktım kitapta ilgimi çeken bir kısım var:)



Kitap İclal Aydın'ın 'Hayat Güzeldir' kitabı. Kitabın ilk sayfasına attığım tarihe göre 2002 yılının başlarında okumuşum. Kitabın kapağındaki bilgiye göre de 5. baskısı. Ya ben okumakta birazcık geç kalmışım ya da kitap çok iyi satmış:)










Kitap, (belki hatırlarsınız) İclal Aydın'ın o zamanlar yaptığı 'Hayat Güzeldir' programından kalan hatıralarının bir toplamı. Günlük tadında. Aralara gerçek hayattan kesitler sunması için kendi el yazısıyla arkadaşlarına -özellikle montajcısına- yazdığı küçük notları barındırıyor. "Programda şöyle yapalım, şu şarkıyı kullanalım..." gibi ricalar... Kibarlaştırılmış direktifler:)



İşte, kitapta kendi aldığım notları ararken bu notlarla karşılaştım... Gözlerim doldu, tatlı tatlı gülümsedim. Hatırladım da bu kitabı 7 sene önce okurken bu notlara bakıp bakıp iç geçirirdim. "Acaba ben de bir gün..." diye başlardım hayal kurmaya...



Hayaller gerçek oluyormuş. Şimdi o notları görünce tekrar başladım yeni hayaller kurmaya:)



Bana yaşattığı bu güzel akşamın hatrına kitaptan da küçük bir alıntı yapalım artık:

<<...

Dünyanın her yerinde zordur kadın olmak... Yalnız kadın olmak, çalışan kadın olmak, dul kadın olmak, dayak yiyen kadın olmak, hem okuyan hem çalışan kadın olmak, siyasetçi kadın olmak.

Çalışırken, severken, sevilirken, anne olurken, çocuklar yetiştirirken, kavga ederken, hayatı toplayıp asık suratlı günleri değiştirmeye çalışırken... Hüzünlüdür kadın olmak. İkna etmeye çalışırken... Anne olduktan sonra beklenmedik bir anda yalnız kalırken, yaşama seyirci kalırken, seyirci bıraktırılırken, bildiği son sınırlara uzaktan bakarken... Ve kahramanlıktır kadın olmak.
... (Hayat Güzeldir '50)>>

2 Eylül 2009

Eylül... Eylülüm...






Eylül…






Sen de mi büyüdün artık? Daha bir olgunsun sanki. Eski deliliğin, heyecanın yok. Yaza daha çok boyun eğer gibisin...






Böyle değildin sen eylül; sonbaharın ilk göz ağrısıydın. Adın duylunca başlardık toparlanmaya, tedbirler alırdık. Seni en güzel şekilde karşılamak için hazırlıklara başlardık. Ne oldu be eylül? Ne seni bu hale getirdi? Yazdan kopamaman, bu cesaretsizliğin niye? Gün geçtikçe saklanıyorsun yazın arkasına… Her yıl bir parça daha…






Korkuyorum eylül… Bir gün gelip tamamen yaz olacaksın diye korkuyorum eylülüm… Ben her sabah ağlayarak uyanan eylülü istiyorum. Erkenden çıkayım sokağa ağlayan eylülümü pışpışlayayım; güldüreyim yüzünü. Akşama doğru bir yelek koşturayım sırtına.






Ağlamıyorsun artık eylülüm… Büyüdün de alıştın mı hayata? Gözyaşlarını özledim, gözyaşlarınla yıkanmayı özledim… Onları dindirmeyi özledim eylül…






Şimdiyse ne yüzün gülüyor eylül, ne de ağlıyorsun. Yorgun, bunalmış oturuyorsun köşende. Ne hızlıydın sen zamanında. Hareketinin rüzgârından yer yerinden oynardı. Yetişmek mümkün müydü sana? Bir geçtin mi yanımızdan bir an bile düşünmeden “eylül bu” derdik, “geldi işte”. Bizi bizden alıp götürürdün… Senin bu hızın, tam aksine biz de bir teslimiyet oluştururdu; bir sakinlik bir dinginlik. Heyecanını izlemek yeterdi bize evimizin kapalı camları ardında. Sokaklar senin esip gürlemenle dolup taşardı…






Sonbaharı sırtlardın. Alırdın omuzlarına ekime kasıma teslim ederdin. Sonbaharı ekime kasıma sen alıştırırdın. Şimdi yaz seni alıyor omuzlarına. Yaz tuttumu elinden teslim oluveriyorsun hemen, sığınıyorsun kucağına!






Sen sonbaharsın eylül! Sen sonbaharsın. Yaz yakışmaz sana. Yakışmıyor da eylülüm. Yaz hoyrattır. Dalgacıdır yaz. Hep güler yüzüne, gerçekleri göstermez. Yapma eylül kanma bu kadar ona. Sonbaharın boynu bükük görmüyor musun? O senin sonbaharın…






Eylül… Ağlıyor musun ne? Ağla eylülüm ağla… Geldin ya kendine, buldun ya özünü… Bu yakışır sana… Ağla sen eylülüm, ben güldürürüm yüzünü…



Sonbaharına hoş geldin eylülüm…

24 Ağustos 2009

Yücel Hoca'ya son görev...

“Ve bir yıldız daha kaydı” diye başlar sözler…

Bu sefer yıldızları “yıldız” yapan kaydı bu dünyadan…

Yürekleri burkan, boğaza o çözülemeyen düğümü oturtan haber: “Yücel Çakmaklı hoca bu dünyadan göç etti”

Ne denir ki… Bu dünyaya atılacak en güzel imzayla ölümsüzleşen, dünyalığına çalışırken ahiretini de güzelliştiren bir insan.

İnandığı değerleri ve fikirlerini dimdik duruşuyla Beyazperdeye bir nakkaş edasıyla işleyen, başarısıyla övünmeden mükafatlanan bir insan…

O koca yumruk halen daha boğazımızda… Seni unutmak mümkün değil Yücel Hocam…

Mekanın cennet olsun…

Ve ayakta alkışlanan tarihi;

1963 yılında, askerden döndükten sonra Yeni İstanbul Gazetesi'nde Tarık Buğra'nın yönettiği sayfada sinema yazıları yazmaya başladı. Bir yandan da Erman Film Stüdyoları'nda yönetmen yardımcısı olarak çalıştı.
1968'e dek 50 kadar filmde Dr. Arşevir Alınak, Osman Seden, Orhan Aksoy gibi yönetmenlere yardımcılık yaptı. İlk filmi Kâbe Yolları'nı (belgesel) yönetti.
1969'da Elif Film şirketini kurdu. Milli sinema olarak adlandırılan akıma dayalı filmler çekti.
1975-1990 arası TRT bünyesinde çalışmalarına devam etti. Kısa hikayelerden 30-70 dakika arası kısa TV filmleri yaptı.
1978'de Prag'da televizyon filmleri arasında ödül alan ilk yapım olan "Çok Sesli Bir Ölüm" ve "Çözülme" bu tarz çalışmalardır .
Tarık Dursun K.'dan Denizin Kanı, Tarık Buğra'dan Küçük Ağa ve Kuruluş gibi, roman uyarlamalarından TV dizileri gerçekleştirdi.
Necip Fazıl Kısakürek'in Bir Adam Yaratmak ve Turan Oflazoğlu'nun 4. Murad'ı gibi tiyatro eserlerinden TV oyunları yaptı.
Müzik odaklı drama olarak Hacı Arif Bey'in hayat hikâyesi ve bir Rumeli türküsünden yola çıkarak çektiği Aliş'le Zeynep sayılabilir.
Çocukluğu ve ilk gençliğinde aldığı altın tecrübelerle Türk Sinemasının en otantik yönetmenlerinden biri olmaya hak kazanan Yücel Çakmaklı, pek çok ilke imza atan ve çok değişik konuları filmleştiren çalışkan bir yönetmendir.
10 Temmuz 2008'de Devlet Üstün Hizmet Madalyasına layık görülmüştür.

(bilgilerin kaynağı: sinematurk.com)

13 Ağustos 2009

Mihr ü mâh




Mihrimah Sultan, Kanuni Sultan Süleyman’ın biricik kızıdır…
Zamanında Rüstem Paşa, Mihrimah Sultan’a talip olmuştur. Rüstem Paşa’nın bir yandan da sadrazam olma isteği vardır.

Devlet münasebetleri de göz önünde bulundurularak Sultanımız politik bir evlilikle Rüstem paşa ile evlendirilir…

Hürrem Sultan’ın da desteği ile Rüstem Paşa, Süleyman ve Hüsrev Paşaları ekarte ederek 1544 yılında Sadrazam olur. Sadrazam, tüm vaktini ve enerjisini devlet işlerine verdiği, karısıyla gereği gibi ilgilenemediği için, kudretli hükümdarın kızı da kendini hayır işlerine verir. Özellikle, adına yaptırılan iki büyük külliyenin yapımıyla geçirir vaktini: Üsküdar’daki, etek giymiş bir hanım görünümündeki Mihrimah Sultan Camii (İskele Camii) ve gün ışığının her köşede adeta dans ettiği kadınsı edalı Edirnekapı Camii. (Mihrimah Sultan’ın statüsü iki minareli cami yaptırmaya yetmesine rağmen, yalnızlığını simgelemesi anlamında tek minareli yapılmıştır bu cami!)

En büyük şansı da Koca Sinan'ın mimarbaşı olmasıdır elbette... Mimar Sinan, en uygun yerlere en uygun camiyi -padişahın izni ve emriyle- dünya üzerinde eşi benzeri görülmemiş bir sihirli simetriyle yapıvermektedir Mihrimah için! Sihirli kısmını anlatayım... Üsküdar’daki Mihrimah Sultan Camii ile Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan Camii’ni aynı anda görebileceğiniz bir yer tespit edin. Günbatımında (elbette, yılın sadece bir gününde) göreceğiniz muhteşem manzara şudur: Edirnekapı Camii’nin tek minaresinin arkasından güneş batarken, Üsküdar’daki caminin minareleri arasından ay doğmaktadır! “Bu nasıl bir hesaplama, bu nasıl bir estetik anlayışıdır!” dediğinizi duyar gibiyim...

Mimarbaşı, Mihrimah Sultan’a kalbî bir yakınlık duymasaydı; acaba bu harika uyumu yapabilir miydi? Hele bir de Mihr ü mâh, Farsça güneş ve ay anlamına geliyorsa!
Mimar Sinan ki padişahlara bile bu kadar ayrıcalık sunmamışken…

“Ey aşk” dedirtiyor insana değil mi?

Esinlenme: anafilya.org

12 Ağustos 2009

BUGÜNden...


TAN VAKTİNİ BEKLEMEK... GÖZYAŞIYLA, SABIRLA AMA UMUTLA...
GECENİN EN KOYU OLDUĞU O ANDA IŞIĞIN EN GÜZELİNİ BEKLEMEK...
BİR ANDA IŞIĞIN YEŞERMESİNİ BEKLEMEK...
TAN VAKTİNİ BEKLEMEK...
DUALARLA...

10 Ağustos 2009

Annem Söylemişti


Annem söylemişti…
Annem hep derdi zaten…

Bu aralar, olmayacağını bildiğim bir şeyi deli gibi istiyorum… Bunun yokluğunu çekeceğimi söylerdi zaten annem hep… Bir kız kardeş ya da bir abla. “yeri ayrıdır” derlerdi. Öyleymiş… Eve gidip de odama kapandığım zaman hiç sahip olmadığım o sesi arıyorum. Heyecanla bir şeyler anlatmak istiyorum ya da odasına izinsizce dalıp boynuna sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyorum. O bir kardeş hem de kız! Hiçbir şey anlatmasam da anlar nasıl olsa halimden. Canımın sıkkın olduğu zamanlar minnetsizce bütün vaktini bana ayırmasını isteyebileceğim bir kız kardeş.

Geceleri evde herkes uyuduktan sonra balkonda karşılıklı kahve içebileceğim, derdini dinleyip dert anlatabileceğim biri. Aklımıza esen her gecede pijama partisi yapabilme özgürlüğü:).

Dört kız kardeşi olan annem derdi hep “bir kızın kız kardeşi olması farklıdır” diye. Her şeyde olduğu gibi tek olmayı seven ben itiraz edip “ben halimden memnunum, çekemezdim bir kızı daha” derdim hep.

Evimizde bir abla istiyorum, vaktini bana ayıracak, gerektiğinde benim vaktimi çalacak… Kıyafetlerimiz karışacağı, kavga edeceğim ama gecenin bir vakti elimde kahve gözümde yaşla uykusunu rahatlıkla bölebileceğim bir abla…

Annem hep der zaten…
Neden annem hep haklı çıkar ki zaten…
Related Posts with Thumbnails