sayfalar

9 Ekim 2008

YALNIZLIĞIMI DİNLİYORUM

Güneş yavaş yavaş çekerken kendini, gözlerim dışarıda. Birini bekliyormuşçasına yollarda kalmak istiyor gözüm… Sokağın köşesine takılı kalmak istiyorum. Oradan biri dönsün ve o dönen benim beklediğim olsun istiyorum. Oysa yollarını gözlediğim biri bile yok…
Ne tatlıdır ikindi vakti ile akşam vakti arasında cam kenarında yol gözlemek. Sokakların caddelerin boşalma zamanıdır. Evlerin ışıklarının bir bir yanmasının zamanı…

Benim evimin ışığı yanmıyor oysa. Yakmıyorum. Diğer evlere beklenenler geliyor, ışıklar yanıyor ve perdeler çekiliyor. Kendi kendine kalıyor ev halkı.
“ev halkı” işte bütün mesele bu değil mi?? Perdeleri çekmiyorum, ışığı yakmıyorum. Ne beklediğim var ne de dönenim. Bir ev halkını oluşturamıyorum. Tek başına ne kadar ev halkı olur ki bu beden?

İçeriyi aydınlatmaya gerek duymuyorum. Yüzünü göreceğim biri yok. İçeriyi aydınlatıp ne yapayım? Akşam çayı keyfi yapmıyorum. Çay demlemek gelmiyor içimden. Buharı tek beni ısıtıyor. Kokusunun buram buram tüttüğü ortamda muhabbetini katık edecek bir dost lazım. Ben bana dost olarak yetemiyorum artık!!!

Perdem açık, ışığım kapalı, ocağım sönük, evim sıcak ama gönlüm soğuk… Camın kenarındayım… Sokağın kalabalığında tüketmek istiyorum yalnızlığımı. Saat ilerledikçe sokakta kalan son insanlar da çekiliyor bir bir evine. Sokak da benim kadar yalnız kalıyor en sonunda. Sessiz ve kimsesiz evime dönüp bakmaya cesaret edemiyorum… Arkam odaya dönük hala sokağa bakıyorum bir umut.

Arada bir ayyaş geçiyor. Elindeki şarap şişesini gazete kâğıdına sararak gizlemiş ama şaraba dönmüş bedenini gizlemeye kıyafetleri yetmemiş. Sokak lambasının altında duruyor, şarabını kafasına dikiyor. Diktiği anda camın kenarında beni fark ediyor. Yalnızlığımla ve “halk”sızlığımla dalga geçercesine el sallayıp gidiyor.
Ben hala gözlerimi yollarda bırakıyorum. Onları toplayıp gelen, kapımı çalan biri olur diye. Gözlerim yollarda; fark edilmeyi beklercesine…

Zaman ilerledikçe, gecenin dibine vurdukça iflas ediyor bedenim ve gözlerim. Uykuya yenik düşüyorum. Yatağıma gitmeye gönlüm yok. Soğuk yatağım. Benden önce yatağı ısıtan ve uykusunu benimle paylaşmayı bekleyen biri yok yatağımda. Yorganın ucundan çekip beni kızdıracak, yastığımın diğer ucunda başının izini bırakacak bir kader ortağım yok… Olduğum yerde uyuyakalıyorum.

Sabaha gözlerimi açtığımda hala yalnız olduğumu fark ediyorum. Kahvaltı hazırlarken 1 tane yumurta kaynatmanın, sofraya 1 çatal, 1 bıçak, 1 tabak, 1 bardak koymanın acısını hissediyorum sessizce. Çayımı karıştırırken karşımda ikinci bir sesi oluşturan, çayını karıştıran birini arıyor gözlerim ve kulaklarım. Tabakta kalan son zeytini almak için kavga edeceği birini… Paylaşamayınca sofradaki bereket de kaçıyor, iştahım da… Bulaşıkları toplarken tekrar fark ediyorum; bulaşık makinesinin 2 haftadır zor dolması bile yalnızlığımı yüzüme vuruyor çat çat… Yine camımın kenarına dönüyorum. Bu sefer sabah; güneş yeni yeni gösteriyor kendini. İnsanlar evlerinden çıkıp hayata dağılıyorlar. Geride bıraktıklarının benim gibi yalnız kaldıklarını düşününce cesaret geliyor yüreğime. Benim gibi insanların varlığını hissetmek güç veriyor bedenime. Eve dönüyorum yüzümü. Umutla bakıyorum ve işin bir ucundan tutma vakti diyorum. Banyoya koşuyorum. Çamaşırları makinaya atayım bari. Kirli sepetini açıyorum; yalnızlığım orada da el sallıyor bana. Benim siyah eteğim, benim kırmızı bluzum, benim kadife pantolonum, benim çoraplarım… Ve hepsi benim çamaşırlarım…






Cesaret aldığım “diğerlerinin” benim gibi yalnız kalmadıklarını anlıyorum… Onlar ev halkının izleriyle baş başa kalıyorlar. Yalnız değiller. Bense hala kendi kendimleyim… Camımın önüne dönüyorum. İçimde kasvet, ikindi ile akşam vakti arasını, güneşin kendini çekmesini bekliyorum…………………….

25 Eylül 2008

SONBAHAR...

Hasretlik alışkanlık yapmış, artık hiçbir şey hissetmeden yaşamaya başlamıştım…
Öyle oturup televizyon izliyordum. İzlenmeye değer bir şey olmamasına rağmen dalmışım ekrana… Ne izlediğimi bile hatırlamayacak kadar değersizdi ekranda canlılık bulan görüntü…
Dedim ya hasretlik alışkanlık yapmış; hissetmiyordum artık hiçbir şey… Taa ki sesini duyana kadar…
Elimde çekirdeğim keyifle çitletiyordum… Gürül gürül sesi duydum önce, aldırmadım. Dikkatimi bile çekmedi… Şakırdısı geldi sonra. Ortam karardı bir anda. Göz bebeklerimin karanlıktan daha da irileştiğini hissettiğim anda kendime geldim… Kafamı çevirip arkamdaki camdan dışarı baktım:
YAĞMUR YAĞIYORDU! Bu ne mutluluktu… Yağmur yağıyordu, gök gürlüyordu… Sanki sonbahar “cee” yapıyordu bana perdenin altından… Onu farkedip gözgöze geldiğimizde sevinç çığlıkları attı; gök bir daha gürledi… “ben geldiiim” dedi. Mutlulukla bakakaldım suratına… Ahh sonbahar, ahh sonbaharım… Çok özledim seni! Gecen sene nerdeyse hiç görmedim seni… Öyle bi uğrayıp gittin bir kahvemi bile içmeden… Ateş almaya gelmişçesine. “Seneye” dedin “seneye görüşürüz.” Rüya gibi gelip geçtin… Yaz iyi haberlerini getirmedi. “Sonbahar gelmeyecek bu yıl” dedi… “ben onun yerinede kalıcam, normalden daha fazla tahammül edeceksiniz bana” o kadar üzüldüm ki… Eminim kış da üzülürdü. Sen gelmezsen biz kışla kimi çekiştirecektik? Ben kışa kimi anlatacaktım? Kış bana seni sorduğunda ne derdim? Ama geldin… Bugün uğradın bana. Dışarı attım kendimi kolların yağmura sarıldım. Sırılsıklam olana kadar sarıldım sana… Kara gözlerine baktım; kapkara gökyüzüne. Konuşamadık ama uzun uzun. Şimdi gitmem lazım dediği an ateş düştü içime: “ya bi daha gelmezse” diye! Pastırma sıcakları da sırasını savsın, gelecekmiş sonbahar. Söz verdi bana…
Tabi ya gelmesi gerekiyor… Sonbahara bıraktığım onca hevesim, hayalim, planlarım var. Sonbaharın yardımıyla kışa hazırlayacaklarım var… Kalbimin kışlıklarını tamamlayacağız onunla. Yağmurlarıyla arınıcam tüm gönül ve hayal kırıklıklarımdan. Sokaklara çıkıcam onu gezdirmek için. Girmeyeceğim eve. Ankara sokaklarında onunla gezicem. Ankara’ya en yakışanlarından biriyle; sonbaharla…
Herkesi kıskandıracak dostluğumuz, keyfimiz ve mutluluğumuz…
Sonbahar, gelmen lazım. Mutlu olmam için gelmen lazım… Ve mutlu olmaya ihtiyacım var sonbahar…
Yağmurlarınla ağlayarak rahatlamaya ihtiyacım var. Yaprakların sararıp, dökülmesine vesile olduğun gibi dertlerimin de sararıp dökülmesine vesile olman lazım. Yeşilin kıymetini bilmem için beni yeşile acıktırman lazım… Evden çıkıp hayatı tekrar kabulleneceğim seninle.
Herşeyi bırak; kokunu özledim be sonbahar… Ferah kokunu, serin kokunu, içimi tertemiz yapan kokunu…
Sen gel hele bi; yine penceremin önüne toprak koyucam… Her yağmurunda odam toprak kokacak. Taptaze yağmur ve toprak kokusu odama dolacak; işte esas o zaman odam tam manasıyla havalandırılmış olacak.
Kasvetli yüzünün ardındaki huzuru keşfetmeliyim yine. Keşfetmeliyim ve kendimi özel hissetmeliyim. Sendeki huzuru farkedebilen şanslı insanlardan olduğumu bilmeliyim.
Kara gözlerini, kara bakışlarını da özledim. Tek kızdığım, parlamıyor geceleri kara gözlerin. Yıldızlarım görünmüyor gözlerinden. Ama yine de parlamasa da gözlerin, alamıyorum gözlerimi gözlerinden.
Gel be sonbahar… Eylül’e var sabrım. Ekim, seni beklemenin heyceanıyla da geçer. Ama Kasım ayı, kasım ayı olmaz sensiz. Kasım ayı çekilmez sensiz…
Gel be sonbahar… Gel de kışı karşılarken yalnız bırakma beni…

Related Posts with Thumbnails