sayfalar

25 Şubat 2010

BUGÜNden...


Evde mis gibi helva kokusu...
Kandillerin en güzel kokusu...
Tabaklara konup komşulara verilmek üzere hazır bile. Arada bir de ağıza atılanlarla mide de dolduruldu...

Kandilin layıkıyla geçmesi ve edilen duaların hayrlarla bizleri bulması dileğiyle...



Dönüşüm

Konusu hakkında hiçbir fikrim olmadığı halde bir anda okuduğum bir kitap; “DÖNÜŞÜM”. Yazarı Franz Kafka.


Bir iş dönüşü otobüste boş boş sağa sola bakınırken, çantamda duran kitaba gitti aklım. Hiç düşünmeden otonom bir şekilde açtım okumaya başladım.


Yalnız bir kitabı ilk defa böyle okuyorum… Önsöz, yazarın düşünceleri, çevirmenin önsözü hepsini atladığım gibi öyküye daldım. Bu yaptığımı normalde kitaba yapılmış bir hakaret olarak görürüm.


Düşünsenize bir arkadaşınızla çay içip sohbet etmeye, dertleşmeye gidiyorsunuz; hal hatır kısmına tam girdiğinizde karşınızdaki kişi size “hadi hadi konuya gel, çabuk ol” diyor. Çantamı kafasına yerdi kesin.


Önsözü (v.b. kısımları) atlamak da kitaba yapılmış bir ayıptır bence. Ve itiraf ediyorum ben bu kitaba o ayıbı yaptım…


İlginç bir öyküsü var. Öyküye dalmadan önce yeni yeni girmişken konuya durup bir “nasıl yani?” dedim. Sonrasında sardı götürdü hikaye.


İnce ince tarifini yapamadığım mesajlar aldım kitaptan. Öyle tarifsizdiler ki altlarını bile çizmedim… Aynı fikirde olup olmadığım bile meçhul…


İşte o cümlecikler:


*(evin oğlunun –Gregor- dönüşümünden sonra, odasında bir iki değişiklik yapılmasına gerek duyan anne ve kız arasında geçen konuşmada annenin sözü)… “Bence en iyisi, odayı eskiden nasıl idiyse aynen öyle korumaya çalışmamızdır, böylece Gregor yine aramıza döndüğünde her şeyi eskisi gibi bulur, arada olup bitenleri unutması da o ölçüde kolaylaşır.”


*(bu gelişmeden sonra umutlar daha da azalınca bu sefer baba ve kız konuşurlar. Ve kızın sözleri)… “Buradan gitmeli… Tek çare bu, baba. Ama onun Gregor olduğu düşüncesini kafandan atman gerek. Bizim asıl felaketimiz, bunca zaman bu düşünceye inanmış olmamız. Fakat o nasıl Gregor olabilir ki? Gregor olsaydı eğer, insanların böyle bir hayvanla birlikte yaşamalarının olanaksızlığını çoktan anlar ve kendiliğinden çekip giderdi…”



Hal Hatır


Hiç mi değişmez bir insan?
Bugünün hayret cümlesi bu idi…

Aslında değişen çok şey vardı hayatlarda. Yıllar geçmiş yetmez mi? İşler değişmiş, mevkiler yükselmiş, sıfatlar çoğalmış… Hayatlar bambaşka olmuş.

Yaşanılanlar bir bir anlatılmasa bile karşılıklı tahmin ediliyor elbette. Hem de öyle tahminler ki “kesin…” diye başlanıyor cümleye, “zaten sen…” diye son veriliyor.

Bir telefon sonrasında “bu kez ertelemeyeceğim” diyerek kalktım, eskilerden bir dostun yanına gittim.

Radyo On’da Raşit Yıldırım’ın misafiri oldum. Öğrencisi sayılırım. Okuldan mezun olmuş, “bir yerlere gelmiş” de gurur duyulmasını bekler bir edayla oturdum karşısında.

Şamata programı sebebiyle tanıştık. Sonrasında TRT 1 de Ayşenur Yazıcı ile beraber yapılan programın ardından, Şebnem Yiğit ile beraber Ademler ve Havvalar programında izledik. TRT her açıldığında, Her Türk vatandaşı gibi tanıdığı ekrana çıkınca “ya Raşit bu yaa…” diye başlardım söze:)

Ve ben kendi hayat telaşemin içinde kaybolmaya başlarken Raşit birçok projeye imza atmış. Şimdi Aşk fm’de ve Radyo On’da yaptığı programlarla yakaladım tekrar onu…

Bir insan hiç mi değişmez? Aynı çatı altında, aynı projede çalıştık. Bugün tekrar biraraya gelince “az değil, bir sene” dedik, güldük. O kadar proje, ekran, radyo, gazete görüşmediğimiz onca yılda araya girenler… Ama onun gülüşü hala samimi…

Değişmemiş hiç Raşit…
Başarılarını inceden bir gururla takibe devam…

23 Şubat 2010

BUGÜNden...


Bir gün dönüp bakınca düşler
İçmiş olursa yudum yudum yıllarını
Ağla ağla firuze ağla...Anlat;

Bir zaman ne dayanılmaz güzellikte olduğunu

Kiskanır rengini baharda yeşiller

Sevda büyüsü gibisin sen Firuze

Sen nazlı bir çiçek bir orman kuytusu

Hüzün büğüsü gibisin sen Firuze

Duru bir su gibi bazen volkan gibi
Bazen bir deli rüzgar gibi

Gözlerinde telaş yıllar sence yavaş

Acelen ne bekle Firuze

Acılı bir bakış yerleşirse eğer

Kirpiğinin ucundan göz bebeğine

Herşeyin bedeli var güzelliğinin de
Bir gün gelir ödenir, öde Firuze...

Sezen Aksu, git başımdan!!

16 Şubat 2010

Sevgililer Günü


Bitti ve üzerinden günler de geçti Aziz Valentine’i doludizgin anılan gün…


Büyümeden önce “o gün” Sütkuzenim ile çıkar gezerdik, tüm sevgililerle dalga geçerek:)


Büyüyüp de “sevgili” kelimesi varlığı ile ya da yokluğu ile sol tarafımızda bir yerimize inceden inceye dokunmaya başladıkça bu buluşmaları unutur olduk. Beraber aldığımız bir karar değildi ama sanki anlaşmışız gibi bir anda kestik 14 Şubat yaklaşmaya başladıkça birbirimizle plan yapmayı.


Sütkuzenim ile buluşup gezdiğimiz sıralar dikkatimi 14 şubatı sadece “liseli” ve “yeni üniversiteli” gençlerin kutladığı çekmişti… “Ayağa düştü canım bu 14 Şubat iyice” dedirttiriyordu.


Bu yıl 14 Şubat’ta mecburiyetten dışarı çıkmam gerekti. Şöyle etrafıma gelene geçene baktım da elinde güller olan hanımlara, eşine hayran hayran bakan beylere, kol kola girmiş, el ele tutuşmuş çiftlere… 14 Şubat’ın reklamı bu sene daha da etkili yapılmış ülkemde. Yaş ortalaması artmıştı. Hatta 60 yaşlarında bir çift bir avm’de sevgililer günü dolayısıyla yapılan etkinlikte bir yarışma için sahnedelerdi. Onlardan bir önce de liseli çift çıkmıştı sahneye:)


Hayatın gitgide “maddesel” bir döngüye girdiği, ekonomik krizler, garip hastalıklar, yapay besinler, daha çok metaryelle geçen hayatımızda insanlar “maneviyat”a acıkmışlar çok belli… 14 Şubat’ı, Aziz Valentine’in ruhunu şâd etmek için değil de beraber vakit geçirmek için bir bahane olarak gördüğümüzü fark ettim. Dedim ya “bu sene 14 Şubat’ın reklamı daha etkili yapılmış” diye. Belki eskisinden daha fazla yapılmadı reklam ama tam da yerinden vurdular insanları. “Bari bugün birbirinize sevdiğinizi söyleyin.” Hiç olmazsa bugün, hiç olmazsa birgün…


n 14 Şubat’a ters pencereden bakan bir söyleşideydim.Aşkı ve sevgiyi anlattılar farklı kollardan. Turuncu Dergisi yazarlarının katıldığı söyleşi sonrasında hafızamda kalan cümle “Sevgililer günü, Leyla ile Mecnun’unu artık kaybetmiş bir dönemin günüdür.” oldu. Bu cümleyi –fazla değil- 1 gece uzun uzun düşünün. Çok derin manalar çıkacağına eminim…

13 Şubat 2010

7 Şubat 2010

BEYAZ PERDE



KANAL-İ-ZASYON




Kanalize olduk biz de:)
Geçenlerde bir gece arkadaş toplantısında film izleyelim diye tutturduk… Elimizde olan filmlere şöyle bir göz attığımızda içlerinide ortamı neşelendirmesini umduğumuz tek film “Kanalizasyon” çıktı. (arkadaşlardan biri sebebini anlamadığım bir şekilde Türk filmi izlyelim diye tutturdu)

Filmi gösterime girdiğinde de çok merak etmiştim. Bir televizyoncu olarak izlemem gerekiyordu belki de :)

Şaka bir yana Kanalizasyon gerçekten “güldürdü” hepimizi de. Güldürürken keyf de aldırdı hatta. Son zamanlarda küfür ve belden aşağı esprilerle güldürmeyi amaç edinen Türk filmleri yüzünden Türk komedisinden korkar olmuştum.

Kanalizasyonda da küfür yok değil. Mahallede bir çocuğun ağzında duysanız yüzünüzü buruşturarak bakacağınız küfürler beyaz perdede o “koca” adamların ağzına yerleşiverince nedense gülmekten kırılıyoruz. Fakat Kanalizasyon’da bir farklılık vardı. Film küfürlere güldürmeyi amaç edinmemiş.


Okan Bayülgen’in oyunculuğu mükemmeldi. Pamuk Prensesi izleyişi hala daha güldürüyor beni.

Filmi izledikten sonra Kanal D’de Disko Kral’ı başlamıştı. İşin komik tarafı Okan’ı öyle bir rolde gördükten sonra Okan’ın normal haline alışmak epey zor oldu :)
Related Posts with Thumbnails