Güneş yavaş yavaş çekerken kendini, gözlerim dışarıda. Birini bekliyormuşçasına yollarda kalmak istiyor gözüm… Sokağın köşesine takılı kalmak istiyorum. Oradan biri dönsün ve o dönen benim beklediğim olsun istiyorum. Oysa yollarını gözlediğim biri bile yok…
Ne tatlıdır ikindi vakti ile akşam vakti arasında cam kenarında yol gözlemek. Sokakların caddelerin boşalma zamanıdır. Evlerin ışıklarının bir bir yanmasının zamanı…
Benim evimin ışığı yanmıyor oysa. Yakmıyorum. Diğer evlere beklenenler geliyor, ışıklar yanıyor ve perdeler çekiliyor. Kendi kendine kalıyor ev halkı.
“ev halkı” işte bütün mesele bu değil mi?? Perdeleri çekmiyorum, ışığı yakmıyorum. Ne beklediğim var ne de dönenim. Bir ev halkını oluşturamıyorum. Tek başına ne kadar ev halkı olur ki bu beden?
İçeriyi aydınlatmaya gerek duymuyorum. Yüzünü göreceğim biri yok. İçeriyi aydınlatıp ne yapayım? Akşam çayı keyfi yapmıyorum. Çay demlemek gelmiyor içimden. Buharı tek beni ısıtıyor. Kokusunun buram buram tüttüğü ortamda muhabbetini katık edecek bir dost lazım. Ben bana dost olarak yetemiyorum artık!!!
Perdem açık, ışığım kapalı, ocağım sönük, evim sıcak ama gönlüm soğuk… Camın kenarındayım… Sokağın kalabalığında tüketmek istiyorum yalnızlığımı. Saat ilerledikçe sokakta kalan son insanlar da çekiliyor bir bir evine. Sokak da benim kadar yalnız kalıyor en sonunda. Sessiz ve kimsesiz evime dönüp bakmaya cesaret edemiyorum… Arkam odaya dönük hala sokağa bakıyorum bir umut.
Arada bir ayyaş geçiyor. Elindeki şarap şişesini gazete kâğıdına sararak gizlemiş ama şaraba dönmüş bedenini gizlemeye kıyafetleri yetmemiş. Sokak lambasının altında duruyor, şarabını kafasına dikiyor. Diktiği anda camın kenarında beni fark ediyor. Yalnızlığımla ve “halk”sızlığımla dalga geçercesine el sallayıp gidiyor.
Ben hala gözlerimi yollarda bırakıyorum. Onları toplayıp gelen, kapımı çalan biri olur diye. Gözlerim yollarda; fark edilmeyi beklercesine…
Zaman ilerledikçe, gecenin dibine vurdukça iflas ediyor bedenim ve gözlerim. Uykuya yenik düşüyorum. Yatağıma gitmeye gönlüm yok. Soğuk yatağım. Benden önce yatağı ısıtan ve uykusunu benimle paylaşmayı bekleyen biri yok yatağımda. Yorganın ucundan çekip beni kızdıracak, yastığımın diğer ucunda başının izini bırakacak bir kader ortağım yok… Olduğum yerde uyuyakalıyorum.
Sabaha gözlerimi açtığımda hala yalnız olduğumu fark ediyorum. Kahvaltı hazırlarken 1 tane yumurta kaynatmanın, sofraya 1 çatal, 1 bıçak, 1 tabak, 1 bardak koymanın acısını hissediyorum sessizce. Çayımı karıştırırken karşımda ikinci bir sesi oluşturan, çayını karıştıran birini arıyor gözlerim ve kulaklarım. Tabakta kalan son zeytini almak için kavga edeceği birini… Paylaşamayınca sofradaki bereket de kaçıyor, iştahım da… Bulaşıkları toplarken tekrar fark ediyorum; bulaşık makinesinin 2 haftadır zor dolması bile yalnızlığımı yüzüme vuruyor çat çat… Yine camımın kenarına dönüyorum. Bu sefer sabah; güneş yeni yeni gösteriyor kendini. İnsanlar evlerinden çıkıp hayata dağılıyorlar. Geride bıraktıklarının benim gibi yalnız kaldıklarını düşününce cesaret geliyor yüreğime. Benim gibi insanların varlığını hissetmek güç veriyor bedenime. Eve dönüyorum yüzümü. Umutla bakıyorum ve işin bir ucundan tutma vakti diyorum. Banyoya koşuyorum. Çamaşırları makinaya atayım bari. Kirli sepetini açıyorum; yalnızlığım orada da el sallıyor bana. Benim siyah eteğim, benim kırmızı bluzum, benim kadife pantolonum, benim çoraplarım… Ve hepsi benim çamaşırlarım…
Cesaret aldığım “diğerlerinin” benim gibi yalnız kalmadıklarını anlıyorum… Onlar ev halkının izleriyle baş başa kalıyorlar. Yalnız değiller. Bense hala kendi kendimleyim… Camımın önüne dönüyorum. İçimde kasvet, ikindi ile akşam vakti arasını, güneşin kendini çekmesini bekliyorum…………………….
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder