Bir zamanlar Mekke’de çocuk olmak…
…
Düşününüz yere atılmış bir dal parçası… Yerdeki bu değneğe doğru yönelen bir çocuk eli… Eğiliyor yerdeki çelik çomağa yavrucak… Elbette biliyor eşraf çocuklarının oyunlarına katılmasının yasak olduğunu… Oyuna yasaklı olduğunu elbette biliyor çocuk yaşında. Ama o, sadece bir çocuk olarak yeterince el değiremediği o dal parçasını, düştüğü yerden kaldırıp, kendisini oyununa almayan arkadaşlarına geri uzatacaktır, o kadar…
Derken hışım gibi gaddarca bir el, onu göğsünden itiveriyor yere. Hırçın müşriklerden biridir onu göğsünden iten… Hem de yaşına başına bakmadan çocukların oyun meydanına dalarak hedef aldığı küçük bir Müslüman çocuğudur… İter onu yere… Ben size demedim mi almayacaksınız onlardan birini aranıza diye çıkışarak toplar diğerlerini, uzaklaştırır oradan…
Yerdeki çocuk şaşkın…
O zaten biliyor oyunun kendisine yasak olduğunu ama işte kendisini tutamamış ve o dal parçasını yerden alıp, arkadaşlarına uzatmak istemiştir… Şimdi yerlerde, toz toprak içinde, düşerken avucunun içindeki deriler yüzülmüş…
İnsanın böyle zamanlarda diğer bütün acıları da abanır ya üstüne… Hele mesela annenizi veya babanızı yeni kaybetmişseniz, elinizi kesen bıçak sadece elinizi acıtmaz, o acı, annenizin yokluğunu da çağırarak yanına, cüssesini büyütür de büyütür… Bütün ruhunuz da titrer acıyla, sanki bıçak parmağınızı değil bütün vücudunuzu da kesmiş gibi baştan başa…
,,,
Sonra, göğsünden itelenerek düştüğü yerden kalkıyor yavaş yavaş küçük çocuk… Üstünü başını elleriyle temizlemeye çalışıyor. Oyun başına yıkılmış, sokak ıssız kalmıştır. Medet umar gibi kapılara ve pencerelere uzanıyor gözleri. Ama hayır, hepsi de örtüktür yüzlerine. O karmaşada, oyun alayının, yanıbaşında unutarak gittiği, o küçük dal parçasına ilişiyor gözleri… O küçük dala bakıyor. Gülümseyerek onu yerden kaldırıyor. “Sen uçan bir at mısın yoksa?” diyor, “sen ne güzel bir oyun süsüsün?”, “seni buradan fırlatsam ta Yemen’e kadar uçar mısın?” “yoksa sen Süleyman’ın atlarından mısın?” diye gülümseyerek bakıyor küçük dala… İçinden içinden, sessizce seviyor küçük ağaç parçasını… Sonra; gönlü razı değildir onun böyle yolda kalmasına. Onu kaldırıp bir kenara bırakıyor…
Kaldırıp bir kenara koyuyor…
Fatıma Zehra’ya koşuyor sonra, küçük çocuk…
Yetimleri en iyi, yine yetimler anlar… Kapıda durup selam veriyor önce, çocukların her başı sıkıştığında uğradığı bir kapıdır Fatıma…
CAN PARÇASI sibel erarslan
(syf: 154, 155, 156)
…
Düşününüz yere atılmış bir dal parçası… Yerdeki bu değneğe doğru yönelen bir çocuk eli… Eğiliyor yerdeki çelik çomağa yavrucak… Elbette biliyor eşraf çocuklarının oyunlarına katılmasının yasak olduğunu… Oyuna yasaklı olduğunu elbette biliyor çocuk yaşında. Ama o, sadece bir çocuk olarak yeterince el değiremediği o dal parçasını, düştüğü yerden kaldırıp, kendisini oyununa almayan arkadaşlarına geri uzatacaktır, o kadar…
Derken hışım gibi gaddarca bir el, onu göğsünden itiveriyor yere. Hırçın müşriklerden biridir onu göğsünden iten… Hem de yaşına başına bakmadan çocukların oyun meydanına dalarak hedef aldığı küçük bir Müslüman çocuğudur… İter onu yere… Ben size demedim mi almayacaksınız onlardan birini aranıza diye çıkışarak toplar diğerlerini, uzaklaştırır oradan…
Yerdeki çocuk şaşkın…
O zaten biliyor oyunun kendisine yasak olduğunu ama işte kendisini tutamamış ve o dal parçasını yerden alıp, arkadaşlarına uzatmak istemiştir… Şimdi yerlerde, toz toprak içinde, düşerken avucunun içindeki deriler yüzülmüş…
İnsanın böyle zamanlarda diğer bütün acıları da abanır ya üstüne… Hele mesela annenizi veya babanızı yeni kaybetmişseniz, elinizi kesen bıçak sadece elinizi acıtmaz, o acı, annenizin yokluğunu da çağırarak yanına, cüssesini büyütür de büyütür… Bütün ruhunuz da titrer acıyla, sanki bıçak parmağınızı değil bütün vücudunuzu da kesmiş gibi baştan başa…
,,,
Sonra, göğsünden itelenerek düştüğü yerden kalkıyor yavaş yavaş küçük çocuk… Üstünü başını elleriyle temizlemeye çalışıyor. Oyun başına yıkılmış, sokak ıssız kalmıştır. Medet umar gibi kapılara ve pencerelere uzanıyor gözleri. Ama hayır, hepsi de örtüktür yüzlerine. O karmaşada, oyun alayının, yanıbaşında unutarak gittiği, o küçük dal parçasına ilişiyor gözleri… O küçük dala bakıyor. Gülümseyerek onu yerden kaldırıyor. “Sen uçan bir at mısın yoksa?” diyor, “sen ne güzel bir oyun süsüsün?”, “seni buradan fırlatsam ta Yemen’e kadar uçar mısın?” “yoksa sen Süleyman’ın atlarından mısın?” diye gülümseyerek bakıyor küçük dala… İçinden içinden, sessizce seviyor küçük ağaç parçasını… Sonra; gönlü razı değildir onun böyle yolda kalmasına. Onu kaldırıp bir kenara bırakıyor…
Kaldırıp bir kenara koyuyor…
Fatıma Zehra’ya koşuyor sonra, küçük çocuk…
Yetimleri en iyi, yine yetimler anlar… Kapıda durup selam veriyor önce, çocukların her başı sıkıştığında uğradığı bir kapıdır Fatıma…
CAN PARÇASI sibel erarslan
(syf: 154, 155, 156)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder